16 Şubat 2022 Çarşamba

Kur'an da Hz. Musa' nın kavmine gökten helva yağdırıldığı ifade edilmektedir. (Bakara, 2/57) Gökten helva yağar mı?

 


(Yâ Musa! Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız) demiştiniz de, gözleriniz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı. Ölümünüzden sonra, şükredersiniz diye sizi tekrar diriltmiştik. Bulutla sizi gölgelendirdik, kudret helvası ve bıldırcın indirdik, (Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin) dedik. Onlar bize değil, fakat kendilerine yazık ediyorlardı." (Bakara, 2/ 57)

Peygamberleri katleden İsrailoğullarına, Allah'ın gökyüzünden indirdiği "Kudret Helvası" (Menn), Kur'an-ı Kerim'de böyle anlatılıyor.

Allah, İsrailoğullarını, çölün kızgın sıcağından korumak için üzerlerine bulut göndermişti. Yağmursuz ve bulutsuz çöl; ateş fışkıran ve yalım saçan bir "cehennem" gibiydi. Allah onları serinletmek için bulut göndermiş, yiyecek ve içecek stokları tamamen tükenince de gökyüzünden, Kudret Helvası ile bıldırcın indirmişti. Böylelikle, daha önce bir cehennemden farksız olan çöl, onlar için rahatlığın yaşandığı cennet bahçelerine dönüşmüştü. Ancak İsrailoğulları, Allah'ın bunca nimetine karşılık, bir kerecik olsun şükretmeyi, onurlarına yakıştıramamışlardı.

Müfessirler, "Kudret Helvası"nın (Menn) ne anlama geldiği konusunda değişik görüşler ileri sürüyorlar. Ali bin Ebu Talha, İbn Abbas'tan naklederek,

"Kudret Helvası, onların üzerine ağaçlara iniyordu ve onlar bu helvadan istedikleri şekilde yeyip besleniyorlardı."

diyor. Mücahit ise, Kudret Helvası'nın yapışkan bir şey olduğunu belirtiyor. Süddi, "Onlar, (Ey Musa, burada bu şekilde nasıl olacak, bizim için yiyecek nerede?) dediler. Bunun üzerine Allah Kudret Helvası'nı indirdi. O zencefil ağacının üzerine düşüyordu." derken, Katade ise, Kudret Helvası'nın onların bulunduğu yere kar iner gibi indiğini, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı olduğunu söylüyor. Katade ayrıca fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan sürede helvanın yağdığını kaydediyor.

Bugün günümüzde Kur'an ayetlerinin ifade ettiği ve müfessirlerinde asırlar boyunca yorumladığı şekilde, bazı yörelerde ağaçlık bölgelere yağan "gezo", "şıra" veya doğrudan "kudret helvası" adıyla adlandırılan, tatlı, şifalı bir madde bulunmaktadır. Her ilkbahar-yaz döneminde Mardin/Cizre' de bu şıradan bolca yağdığı yöre halkı tarafından ifade edilmektedir. Önce gökyüzünde mütevazi şimşeklerin çaktığını belirten Cizreli Şeyh, Mehmet Bahir Haşimi, gökyüzünden kar yağar gibi helva yağmaya başladığını, ancak helvanın Cizre'nin sadece ağaçlık bölgelerine yağdığını söylüyor. Baldan ve şekerden daha tatlı olduğu belirtilen helva, sadece meşe ağaçlarının yapraklarının üzerine yapışıyor. Helva, özüne zarar verecek yapraklara yapışmıyor. Helvanın, piyasadaki şeker ve tatlılara oranla içerdiği asit, oldukça az.

Tevrat ve İncil Ne Diyor?

Kudret Helvası, Kitab-ı Mukaddes'te de geçiyor. Hristiyanlar Kur'an'ın "Menn" dediği Kudret Helvası'na, "Tomana" diyorlar. Tevrat'ın (Eski Ahit) Sayılar Bölümü, 11. Babındaki ayette şöyle deniliyor:

"Ve mann, kişniş tohumu gibi idi ve görünüşü ak günlük görünüşü gibi idi. Kavm dolaşır ve onu devşirirlerdi ve yerlerdi ve tencerelerde haşlar ve ondan pideler yaparlardı ve tadı taze yağ tadı gibi idi. Ve geceleyin ordugâh üzerine çiğ indiği zaman üzerine mann inerdi."

Yine Kitab-ı Mukaddes'in Çıkış bölümünde yeralan ayetler de Mann'ın varlığına işaret ediyor:

"Ve vaki oldu ki, akşamleyin bıldırcınlar çıkıp ordugâhı kapladılar ve sabahleyin ordugâhın etrafında çiğ düşmüştü. Ve düşmüş olan çiğ kalkınca, işte, çölün yüzünde, toprağın üzerinde, kırağı gibi küçük, yuvarlak bir şey vardı. Ve İsrailoğulları görüp birbirine dediler: Bu nedir? Çünkü o nedir bilmediler. Ve Musa, onlara dedi: Bu Rabbin yemek için size verdiği ekmektir."

Kudret Helvası'na Hristiyanlar ve Museviler en az bizim kadar inanıyorlar. Ancak Kitab-ı Mukaddes'e tabi olduklarını söyleyen Yehova Şahitleri, Mann'ın hâlâ yağdığına inanmıyorlar. Ek olarak İngiliz Bilim Dergisi Nature Ocak 1981 sayılı nüshasında konuyu işlemiştir.

12 Ağustos 2016 Cuma

Batik kita mu nun sakinleri antakya nin ilk ziyaretçileri mi??

Tarih, geçmişin olaylarını eldeki kaynak sayılan malzeme ve dokümanları kronolojik sırayla tutarlılıkla irdeleyerek inceleyen, neticelerini, neden ve niçin leri ile ortaya koymaya, açıklamaya çalışan bilim dalıdır. Tarihçi, topladığı bilgi ve belgeleri eksik dahi olsalar bir puzzle ın parçaları gibi akıl yürütme yolu ile birleştiren, yeniden kurgulayan kişidir. Bütün bu çalışmaları yaparken, arkeoloji, bibliyoğrafya, kronoloji, paleografi, mühürbilim, yazıtbilim, soybilim, antropoloji, sosyoloji ve ekonomiden faydalanır. 19. yüzyılda gerçekleşen bilimsel, belgesel tarihçilik devrimine rağmen, bir tarihçi ne kadar titiz olursa olsun içinde yaşadığı toplumun parçasıdır. Bu da geçmişi algılayışını belirleyen belki de en önemli faktördür. Bilgi ve belgeleri seçmesinde, konuyu tanımlamasında, vardığı neticede hep parçası olduğu toplumun izlerini ÖZ BENİN de taşır, taşıyabilir. Belki de bu, tarihi TEK YORUM, TEK SENTEZ dayatmacılığından koruyan ve tarihçileri doğruyu bulmaya yönelten bilimsel evrensel bir emniyet sübabıdır. Hangi konumda olursa olsun İNSANIN / İNSANLARIN doğup büyüdüğü, geçmişten geleceğe bağlandıkları topraklarının, belki de şuuraltındaki meşru müdafaalarıdır. Bu bakımdan tarihçi bütün teknolojik gelişmelere rağmen SÜBJEKTİFTİR. Bu yazının sahibi tarihçi, antropolog, arkeolog değildir. BİR İNSAN olarak önce kendi ÖZ BENİni geliştirmek arzusu ile okumaya, öğrenmeye önem vermektedir. Burada anlatılanların hayal mahsulü olduğunu düşünenler olabilir. Yazının sonuna konacak kaynakçalara bakıldığında, OKUYUCU merak eder kaynaklara başvurur, olayları kendince irdelerse hayal ile gerçeğin ne kadar ince bir çizgide seyrettiğini hissedecektir. Daha da önemlisi ATATÜRK’Ü, ONUN BİTTİ DENİLEN BİR İMPARATORLUKtan NASIL BİR HALK, BİR MİLLET YARATTIĞINI yalnız ASKERİ DEHASI ile değil, aslında bir an denebilecek zaman aralıklarında GELECEK için, BİZLER için araştırıp sentezlediği belgelerde, ANITKABİR’de bulabilecektir. Tabiidir ki nihai yorum ve sentez her bir okuyucunun BENİNde kendince özümsenecek, şekillenecektir. Dünyaya gözümüzü açtığımız andan kısa bir süre sonra algılamaya başladığımız ilk seslerle birlikte, hani kendimizi en güvende hissettiğimizde uyumaya çalışırken anlatılan geçmiş zaman hikayeleri var ya... Bir zamanlar Pasifik Okyanusunda, Amerika ile Asya arasında, merkezi ekvatorun biraz güneyinde MU ülkesi denen bir kıtanın varlığından bahseder kitaplar. Ama bu bir geçmiş zaman hikayesi değildir. Bu, İNSAN denilen üstün varlığın yeryüzünde gelişerek devam edecek sonu bilinmez hikayesinin başladığı yerdir!

Atatürk ve Mu Kıtası Araştırması

Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yasef'in oğlu olan kişidir. Atatürk 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Tesadüfi bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti... Atatürk'ün cumhuriyetin ilk yıllarında bu alanda başlattığı araştırmalar, özellikle 1930'ların başında yoğunlaştı. 1930'da Tarih Heyeti'ni oluşturarak Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlattı. 1931'de ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşuna ön ayak oldu ve adı daha sonra Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilen cemiyetin çalışma alanını Türk ve Türkiye tarihi olarak belirledi. Kurumun bir yıl sonra gerçekleştirilen ilk genel kurulunda Türk Tarih Tezi kabul edildi. Tez iki ana eksen üzerine oturuyordu; "Türk uygarlığı tarihin en eski uygarlıklarından biridir ve bu uygarlığın kökeni Orta Asya'dır. " Bu çalışmaların bir ayağının eksik olduğunu düşünen Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu da kurdurarak, ulusçuluğun ana öğelerinden olan dil konusunda da derin bir çalışma başlattı. Onun Türk Tarih Kurumu'nun ikinci Dil Kurultayı'nda yaptığı konuşmada yer alan "Güneş" yaklaşımı, sonradan tanışacağı Mu Efsanesinin Güneş kültü ve kendi tezi Güneş Dil Teorisi'yle doğrudan ilintiliydi. Tarih çalışmaları, Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak, arkeoloji yoluyla yeni bilgiler sağlamak, tarihte ve bugün ırk karakterlerini antropolojik yöntemlerle saptamak gibi noktalar üzerinde şekilleniyordu. Tarih ve Dil kurumlarının varlık nedeni de bu temellere yaslanıyordu. Atatürk, uzmanların yabancı meslektaşlarına ihtiyaç duymadan arkeolojik kazılardan çıkacak yazıları inceleyebilmesi ve bu yoldan elde edilecek bilgilerle eski uygarlıkların gerçeğine ulaşmak amacıyla eski dillerin öğrenilmesi için de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kurdurdu. Türk Tarih Tezi'nde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile getiriliyordu. Ama Orta Asya uygarlıklarının kökü neredeydi? Mustafa Kemal bu sorunun yanıtı olabilecek anahtara 1932'de ulaştı. İlkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Mayatepek'in sunduğu ön raporda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerliğe dikkat çekiliyordu. Mayatepek, bu süreci inceleyip Atatürk’e raporlar halinde iletmesi için 1935’de Meksika’ya maslahatgüzar atandı. Çok geçmeden de arkeolog William Niven’in Meksika’da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churcward’ın Hindistan’da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden Atatürk’ü haberdar etti. O da söz konusu yazarların kitaplarının çevrilmesini emretti. Sağlığı yerinde değildi ama, 1937 yılının önemli bir bölümünü geniş bir kurulca gerçekleştirilen bu çeviriler, üzerlerinde notlar alarak incelemekle geçirdi Atatürk’ün özellikle altını çizip notlar aldığı bölümler insanlığın yaratılışı, 64 milyon nüfuslu bir kıtanın batışı, kıtadan göçler ve özellikle de Orta Asya, Uygurlar ve Türklerle ilgiliydi. Mayatepek başlangıçta bu temelden yola çıkıp raporlarında Amerika ve Meksika yerlilerinin dillerindeki Türkçe sözcükleri incelemiş ve yerlilerin kültürel kaynakları ve güneş kültünün dinlerindeki etkilerine yoğunlaşmıştı. Uygur, Akad, Sümer Türkleri’nin Pasifik Denizi’nde ilk insanların zuhur ettiği Mu’daki büyük medeniyet, dil ve dinlerini cihana yaydıklarına dair yepyeni ve mühim malumatı ihtiva eden rapor: Kuzey Amerika alimlerinden Cononel James Churcward 4 Kıta eserinde dünyada ilk insanların ilk zuhur ve saadet diyarı olarak Tevrat’ta ‘Gan Edn ve Kuran’da “cennati Adn’namı altında zikri geçen ve Pasifik deniz’inde bulunan ‘Mu’ kıtasında ortaya çıktığı ve bu büyük kıtanın 11 bin 500 sene evvel müthiş depremler ve patlamalar neticesinde 24 saatte 64 milyon nüfusuyla denize battığı ve ilk yüksek medeniyetin, dilin ve vahdaniyete dayalı dinin ve fen ilimlerinin Mu kıtasından 70 bin sene önce Maya namıyla çıkarak Asya’da Uygur, Hindistan Naga-Maya, Fırat nehri deltasında Akad, Mezopotamya’da Sümer, Kızıldeniz’in batısındaki arazisindeki Mayu ve Etiyopya kıtasında Tamil namlarını almış olan Mu çocukları tarafından bütün cihana yayılmış olduğu vesaire hakkında, şimdiye kadar Doğu’da ve Batı’da yayımlanan kitapların hiçbirinde görmediğim çok derin ve 50 sene süren incelemeler mahsulü malumata tesadüf ettim”. Mayatepek Churcward’ın kitabından şunları naklediyordu: “Eski Türklerin ilk vatan ve kökenleri şimdiye kadar bildiğimiz üzere Orta Asya olmayıp, Pasifik Denizi’nde 200 bin sene mevcudiyetten sonra batmış olan Mu kıtası olduğu ve Orta Asya’ya, Mezopotamya’ya, Yukarı ve Aşağı Mısır kıtasına ve Etiyopi’ye Mu kıtasından binlerce sene evvel gelip Mu’daki yüksek kültür ve medeniyetlerini, dil ve dinlerini yaydıkları anlaşılıyor.” Raporda Mu’ya ait bazı sembolleri açıklayarak dünyanın dört bir yanına dağılan uygarlıkları da anlatıyordu: “1.Kol: Bu kolu Mu’dan ‘Maya’ namıyla çıkarak Asya’nın doğu kıyılarına ayak bastıktan sonra ‘Uygur’ namı alan Mu çocukları teşkil etmektedir. 2.Kol: Bu kolu teşkil eden Mu çocukları gemilerle ve ‘Maya’ namıyla çıkarak Hindi Çini kıyılarına çıkmışlar ve oradan ‘Burma’ kıtası istikametinden Hindistan’a girerek oralarda, ‘Naga Maya’ namını alıp, bu namda büyük bir imparatorluk vücuda getirmişlerdir ve bu devlet 200 bin sene devam ettikten sonra yok olmuştur. Bu insanların bir kısmı Hindistan'ın batısından gemilerle Basra Körfezi’nin kuzeyinde Fırat Nehri deltasına girerek, bu yerlere ‘Akad’ ve daha kuzeye ilerleyerek bu havaliye de ‘Sümer’ adını vermişler ve kendileri de bu namı almışlardır.” Churcward’ın yapıtı kaynak gösterilerek nakledilen bilgiler arasında şu satırlar da yer alıyordu:”Uygur İmparatorluğu ortadan kalkmadan önce Türk İmparatorluğu’nun mevcut olmadığı ve bu imparatorluğun, Uygur İmparatorluğu’nun yukarıda izah olunan felaketler neticesinde son bulmasından sonra, 10-11 bin sene evvel ortaya çıktığı ve ırktaşlarımız olan Akadlar’la Sümerler’in Orta Asya’dan değil, doğrudan doğruya 70 bin sene evvel Mu kıtasından çıkıp Hindi Çini, Burma, Hindistan yolu ile evvela Fırat deltasına ve müteakiben Mezopotomya arazisine yerleştikleri anlaşılmaktadır.”

11 Mayıs 2012 Cuma

İnsan Gözü Kac Megapiksel!

Günlük hayatta "vay be, adamın cep telefonunun kamerası 2.0 mp" ya dabende bi makina var "12 MP" gibi sözler duyarız ve "vay be, teknoloji...nerelere kadar geldi" deriz. Hatta bazen "ya bu kamera benim gözümlegördüğümden de net çıkarıyor görüntüleri" falan bile deme cüretindebulunuruz. İşin aslını yapılan araştırmalar gösteriyor ve bakınteknoloji hala ne kadar aciz; ne kadar basit ve kainata kıyasla nekadar geride kalmış.Açıklamayı size çeviriyorum:Kaynakwh: Gözümüz tek bir taslak üzerinde kurgulanmış anlık çekimleri yakalayanbir fotoğraf makinası değildir. Daha çok bir video silsilesinebenzemektedir. Gözümüz, küçük açılarla, anlık hareket eder veetrafımızdaki detayları beyne yansıtmak için sürekli kendisinigünceller. Ayrıca iki tane gözümüz vardır ve beynimiz, çözünürlüğü dahada arttırmak için her iki gözden gelen sinyalleri toplamaktadır. Dahafazla bilgi toplamak için de haliyle gözümüzü, gördüğümüz şeyinetrafında hareket ettiririz. Bu nedenlerden dolayı, göz ve beyinbirlikteliği, retinadaki fotoalıcıların sayıca fazlalığı sayesinde,birmakinada olabileceğinden çok daha yüksek çözünürlükte veriler eldeetmemizi sağlar. Aşağıda verilen eşdeğer megapiksel değerler, insangözünün bir manzarayı ne kadar netlikte gördüğünü açıklayan bilimselbir detaydır.Yukarıdaki insan gözünün çözünürlüğünü sağlamaya neden olan verilerışığında,şimdi önce küçük bir örnekle başlayalım: Şimdi önünüzde 90’a90 derecelik açıda (gözümüzün açıları yani) bir görüntünün olduğunufarzedelim, aynen pencereden dışarıdaki bir manzarayı seyredermiş gibi.Bu durumda piksel sayıları ortalama bir göz için:Kaynakwh: 90 derece * 60 arc-dakika/derece * 1/0.3 * 90 * 60 * 1/0.3 = 324,000,000 pixels (324 megapiksel) olur.Gerçekte her an bu kadar çok çözünürlük elde etmiyoruz, ama gözümüz birmanzarada istediğiniz tüm detayları görmenize olanak sağlamak içinsürekli istediğiniz detayın etrafında hareket eder. Ama insan gözü, buaçıdan çok daha fazla bir açı görür ki bu da 180 dereceyeyakındır.Biraz küçük düşünüp 120 derecelik bir açıyla bakabildiğimizivarsayacak olsak bile:120 * 120 * 60 * 60 / (0.3 * 0.3) = 576 megapiksel verisini elde ederiz.İnsan gözünün görebileceği gerçek açı değeri şüphesiz ki çoook dahafazla çözünürlüğe tekabul eder. Bu yapıdaki (çözünürlükteki) bir veriyikaydetmek içinse, çok fazla alana kayıt imkanı sağlayabilecek kadargelişmiş bir kamera olması lazım.

16 Ağustos 2011 Salı

Einstein'in Dil Çıkardığı Fotoğrafının Hikayesi


Albert Einstein'in kameralara dil çıkardığı fotoğrafı şüphesiz en meşhur olanıdır.
Peki Einstein neden fotoğrafçılara dil çıkarmıştı?
İşte bilim adamının en ünlü fotoğrafının hikayesi:

Fotoğraf, 14 Mart 1951'de Einstein'ın 72. yaş gününde, UPI fotoğrafçısı Arthurr Sasse tarafından çekilmişti.

Einstein'in, bir organizasyon dönüşü sırasında, peşini bırakmayan fotoğrafçılar tarafından sürekli kameraya gülümsenmesi isteniyordu. O gün defalarca kameralara gülümsemek zorunda kaldıktan sonra "Bu kadarı yeter" diye gazetecilere bağırdı; ancak onları vazgeçiremediğini anlayınca bu sefer dilini çıkardı...


İşin ilginç yanı, bu fotoğrafın orijinalinden kesilmiş olmasıdır. Aslında burda Einstein, eşi ve Dr Frank Aydelotte ile birlikte bir arabanın arka koltuğunda oturmaktadır. Fakat ünlü bilimadamının bu fotoğrafı çok sevdiği ve sadece yüzünün olduğu bölümü kesip çoğalttıktan sonra arkadaşlarına kart attığı söylenmektedir. Böylece fotoğraf en ünlülerinden biri haline gelmiştir.

Ayrıca 19 Haziran 2009'da orijinal fotoğraf bir açık arttırmada 74.324 dolara satılmış ve Einstein'ın en pahalı fotoğrafı olmuştur.

Değerli Taş




Dağlarda yolculuk eden bilge bir kadın bir derede değerli bir taş bulur.
Ertesi gün, karnı aç olan bir başka yolcuyla karşılaşır ve yiyeceğini paylaşmak için heybesini açar.

Aç yolcu değerli taşı görür ve kadından kendisine vermesini ister. Kadın hiç duraksamadan isteği yerine getirir.

Aç yolcu, ne kadar talihli olduğunu düşünerek oradan neşe içinde ayrılır.

Taşın kendisine yaşam boyu güvence sağlayacak kadar değerli olduğunu bilmektedir.

Ne var ki, birkaç gün geçmeden geri gelip taşı kadına iade etmek ister.

"Düşünüp durdum," der, "Ben taşın ne kadar değerli olduğunu biliyorum, ama bana çok daha değerli bir şey verebileceğin umuduyla sana geri getirdim.

Lütfen bu taşı bana verebilmeni sağlayan şeyi ver."

Niçin Yağmur Yağıyor?


Yağmur, niçin yağar?

Aslında mekanizma basit. Güneş ışığının etkisi ile yeryüzünden su buharlaşıyor, yani gaz haline geçiyor. Bu durumda havadan hafif olduğundan atmosferde yükseliyor. Yükseldikçe hava soğuyor ve hava basıncı azalıyor. Su buharı soğudukça havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlası haline dönüşüyor ve bunların milyonlarcası havada birleşerek gözümüze bulut olarak görülüyorlar.

Bulutları oluşturan bu su damlacıkları hemen yakınlarındakilerle sürekli birleşiyorlar, büyüdükçe büyüyorlar, ağırlıkları artıyor, yeterli ağırlığa ulaşınca yerçekiminin etkisi ile yere düşmeye başlıyorlar.

Yeryüzünden buharlaşıp bulut oluşturup sonra yağmur olarak yeryüzüne dönen su buharının havada geçen bu macerası ortalama 8 gün sürüyor.

Ancak bulutun içindeki su damlacıklarının tümü yağmur olarak yeryüzüne inmiyor. Bir bulutun en fazla yarısı yağmur olarak yağabilir ve bu da normalde 30 dakika sürer ama bulut devamlı olarak yeniden oluştuğundan yağmur saatlerce, hatta günlerce sürebilir. Bu arada rüzgara bağlı olarak bulutlar devamlı hareket ettiklerinden yağmur çok geniş bir alana yağabilir.

Bugüne kadar dünyamızda tespit edilebilmiş en yoğun yağış 26 Kasım 1970 tarihinde Guadaloupe'de olmuş, sadece bir dakikada 3.81 santimetre yağmur yağmıştır.

Atmosferde, yani başımızın üzerindeki havada 13 milyar ton su buharı bulunuyor. Bunun hepsinin bir anda yeryüzüne indiğini düşünebiliyor musunuz?

Dünyamızda yağmurun çoğu, yani yüzde 78'i okyanusların üzerine yağıyor. Bu da çok normal, çünkü havanın içindeki su miktarının kaynağı hemen hemen aynı oranda okyanuslardan geliyor.

İtalya'da Bir Türk Köyü



İtalya’nın Manzori Dağları’nın eteğindeki tek Türk köyü olan Moena (diğer adıyla La Turchia)’da köylüler, hiç Türkçe bilmedikleri halde 323 yıldır Türk gibi yaşıyor, düğünlerde başlık parası alıyor.La Turchia köyünde, her yıl geleneksel olarak Ağustos ayında yapılan ‘La Festa Della Turchia- Türk Günü Festivali’, 2 gün sürüyor.

Anlatılanlara göre, 2. Viyana kuşatması sonrası, bir Osmanlı askeri, İtalya’da küçük bir kasabaya sığınıyor.

Ölmek üzere olan bu Yeniçeri askeri, köylüler tarafından tedavi ediliyor.
İyileşince de, köyden bir kızla evleniyor.
Kasaba halkının 'Il Turco' adını verdiği Osmanlı askeri; o dönem dükalığın halktan istediği haksız vergilere karşı köyü ayaklandırıyor ve koruyor.

Kendisini ve Türk adetlerini bu yörenin insanlarına öyle sevdiriyor ki, ölümünden sonra bile, bu Türk gelenekleri yaşatılıyor.Halk arasında kahraman ilan edilen Yeniçeri askerinin büstünün de bulunduğu Moena’ya, halk ‘La Turchia’ adını veriyor.

Sokaklarında Türk bayrakları dalgalanan, Türkiye’yi kitaplardan takip eden Moenalılar, her yıl ağustos ayında, ‘Moena Türk Festivali’ni düzenliyorlar.

Beyni Genç Tutmak İçin Öneriler


İngiliz The Times gazetesi, Oxford ve Harvard üniversitesi bilimadamlarının “beyni genç tutmak” üzerine yaptığı araştırmaları yayınladı. Zinde bir beyin için:

Terleyin:

Egzersiz, verimli çalışmak için bol oksijene ihtiyaç duyan beyin hücrelerinin gıdası gibidir. Böylece beynin öğrenme ve hatırlama becerisi güçlenir.

Balık yiyin:

Yüksek Omega-3 içeren sardalya ve ton gibi yağlı balıkları tüketmek zekayı attırır. Konsantrasyon ve okuma yeteneğini geliştirir. B vitamini ve protein açısından zengin besinler de seratonin içerdiği için beyindeki iletişim hızlanır.

Lavanta koklayın:

Lavanta kokusu işe konsantrasyonu artırır. Özellikle öğle aralarında, çalışmaya başlamadan önce lavanta koklayın.

Mola verin:

Uzun ve aralıksız çalışma saatleri ters etki yaparak beynin verimini düşürür. Araştırmalar her 40 dakikalık çalışmadan sonra 20 dakikalık ara vermenin, sonraki 40 dakikaya hazırlanmak için gerekli olduğunu savunuyor.

İyi bir uyku çekin:

Gece 7-8 saatlik uyku beyin performansını en üste taşır. Ayrıca gün ortasında 30 dakikalık bir kestirme beynin şarj olmasını sağlar.

Sakız çiğneyin:

Sakız çiğneme beyne giden kanı yüzde 20 artırıyor. Böylece hafızayı kuvvetlendirip, stresi azaltıyor.

Su için:

Yüzde 80’i su içeren beynimiz su içmediğimizde küçülüyor. Bu sebepten her gün 1.5- 2 litre arasında su içmek gerekiyor.

Kırmızıya bakmayın:

Kırmızı görmek özellikle sınavda başarıyı düşürüyor ve öğrencide motivasyon düşüklüğü yaratıyor.

Seks yapın:

Orgazmla sonuçlanan bir seks veya hamilelik süreci, kadınların beyinlerindeki prolaktin hormonunun ve beyin hücrelerinin artmasını sağlıyor.

Sıcak çikolata için:

Yatmadan önce içilecek bir bardak sıcak çikolata zekayı arırıyor. Kakao özellikle yaşlıların zihnini açıyor.

Rock dinleyin:

Araştırmalar rock müziğin de, klasik müzik kadar öğrenmeyi ve konsantrasyonu artırdığını gösterdi.

Rahatlayın:

Rahat bir yere oturup gözlerinizi kapayın ve ayaklarınızdan boynunuza kadar tek tek kaslarınızın gevşediğini hissedin. Gerginliği atmak, sınavdaki başarınızı yükseltecektir.

Yetenek geliştirin:

6 yaş grubu üzerinde yapılan araştırmalara göre müzik ve resim gibi konularda eğitim gören çocukların IQ’ları daha yüksek oluyor.

Sınırlı teknoloji:

SMS ve e-mail’i fazla kullanmak ve çok televizyon seyretmek zeka seviyesini düşürüyor.

Beyin jimnastiği yapın:

Akıl oyunları oynayarak, bulmaca ve zeka testleri çözerek beyninizi zinde tutabilirsiniz.

Alkol almayın:

Alkol beyin hücrelerini öldürerek, öğrenme ve hafıza bölgesine zarar verir.

Türkiye'de Bulunan Endemik Bitki Türleri


Endemik, alanları belirli bir ülke veya bölgeye ait, yerel, ender ve çok ender bulunan türler. Latince endemos (indigenous) kelimesinden gelir ve “yerli” anlamında kullanılır.

Endemik alan; bir ada, bir yarımada veya bir dağ olabileceği gibi birkaç metrekarelik alanlar da olabilir. Türkiye endemik bitkiler açısından dünyanın önemli ülkelerinden birisidir.

Yurdumuzun siyasi hudutları içerisinde doğal olarak yetiştiği halde başka hiçbir yerde yetişmeyen, diğer bir deyişle dünyada yalnız ülkemizde yetişen bitkiler Türkiye endemikleri olarak adlandırılır.

Yurdumuz endemiklerinin sayısı 3000 dolaylarında olup endemizm oranı %33 civarındadır. (Davis, 1965-1988).

Ülkemizde endemik tür sayısı diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında ülkemizin bu zenginliği daha iyi anlaşılır.

Avrupa ülkeleri arasında en çok türe sahip olan ülke Yunanistan olup 800 civarındadır. Aynı şekilde endemik türlerce zengin İspanya ve Sırbistan’da ise bu sayı 400-500 arasındadır.


Türkiye’de yetişen endemik türler tabiatta, aşırı otlatma, yangın, bilinçsiz kesim, söküm, ıslah çalışmaları, yapılaşma, şehirleşme ve herbisit kullanımı gibi çeşitli tehlikelerle karşı karşıyadır. Bu olumsuz faktörler kimi zaman bitkinin yok olmasına ve bir anlamda yer yüzünde ortadan kalkması anlamına gelmektedir.


Türkiye'deki Bazı Endemik Bitki Türleri
Yemeklik Endemik Bitkiler

İnsanlığın beslenmesinde kilit rol oynayan tarla bitkilerinin % 30'u Anadolu'dan köken almıştır (Örneğin: kiraz, badem, kayısı, buğday, nohut, mercimek, incir, lale, kardelen ve çiğdem).

Ülkemiz endemik bitkilerinden bazıları kültür bitkilerini içermekte, kültür bitkileri olmayan bazı yabani bitkiler de kültür bitkileriyle birlikte yemek malzemesi olarak kullanılabilmektedir. Türk mutfağının zenginleşmesi ve rakipsiz olması açısından bu bitkiler önem arz etmektedir.



Orkide :

Ülkemizde endemik orkide çeşitleri vardır. Bunlardan sahlep yapılabilmekte, Kahramanmaraş ilinde ise dondurmalara katılmaktadır. Maraş Dondurmasının meşhur olmasının kaynağında orkidelerden elde edilen sahlep önemli rol oynamaktadır.

Nitekim bu ilimizde endemik olarak Cephalanthera kotschyana, Dactylorhiza Osmanica (Osmaniye orkidesi) orkideleri yetişmektedir.



Badem:

Ülkemizde endemik badem ağaçları bulunmakta olup, bunlar Elazığ, Hakkari, Mersin, Maraş ve Van'da yetişmektedirler.



Tere:

Salatalarda kullanılan terenin ülkemizde birkaç endemik çeşidi olup, bu türler ülkemizin Adana, Bitlis, Hakkari, Kastamonu, Konya, Maraş, Niğde ve Van illerinin endemik bitkilerindendir.



Kuşkonmaz:

Önemli bir besin maddesi olan kuşkonmaz sebzesinin ise 3 ilimizde endemik olarak bulunduğu bilinmektedir. Antalya'da Asparagus Lycicus (Likya kuşkonmazı), Konya ve Mersin'de Asparagus Coodei, yine Konya'da Konya'nın antik dönemdeki ismiyle adlandırılan Asparagus Lycaonicus (Likonya veya Konya Kuşkonmazı).



Pancar:

Ülkemize endemik olan iki adet pancar bitkisi vardır ve isimleri bulundukları bölgelerle ilgilidir. Adana'da Beta Adanensis (Adana pancarı) ve Çanakkalede Beta Trojana (Troya Pancarı).



Kiraz:

Ülkemiz kiraz çeşitleri açısından da endemik bitkilere sahiptir. Örneğin Amasya, Erzurum, Kayseri, Niğde ve Tokat illerinde Cerasus İncana, Erzincan'da Cerasus Erzincanica (Erzincan kirazı), Sivas'ta Cerasus hippophaeoides türleri ülkemizin endemik kirazlarını oluşturmaktadırlar.



Nohut:

Antalya'da Cicer İsauricum, Mardinde Cicer reticulatum ülkemizin endemik nohutlarıdır.



Keten:

Dokumacılık ve yemek sektöründe yararlanılan keten bitkisinin endemik çeşitleri açısından ülkemiz oldukça zengindir. Birçok ilimizde bu bitkinin birkaç tane endemik olanı görülmektedir. Örneğin Adana'da Linum Pseudanatolicum, Amasya'da (4 adet endemik) Linum anatolicum (Anadolu keteni), Ankara'da (3 tane), Antalya'da (3 tane) Linum Pamphlyicum (Pamfilya keteni), Denizli (3 adet ) örnekleri verilebilir.



Kekik:

Endemik kekik türleri açısından da ülkemiz çok zengindir. Örnek olarak; Adana'da Origanum amanum (Amanos kekiği), Afyon'da Origanum Sipyleum (Spil kekiği), Tunceli'de Origanum munzurensis (Munzur kekiği) sayılabilir.



Madımak:

Kırsal kesim insanlarımızda önemli bir yiyecek maddesi olan, hatta türkülerde bile adı geçen madımak bitkisinin ülkemizde zengin endemik türleri olduğu görülmektedir. Örneğin Afyon'da Polygonum Afyonicum (Afyon madımağı), Antalyada P. salebrosum, Kayseri'de Polygonum cappadocicum (Kapadokya madımağı), Muğla'da P. Karacae, Samsun'da Polygonum Samsunicum (Samsun madımağı), Sivas'ta Polygonum Sivasicum (Sivas Madımağı) verilebilecek örneklerdir.



Armut:

Ülkemizin endemik armut çeşitleri açısından da zengin olduğu görülmektedir. Örneğin; Antalya'da Pyrus boisseriana crenulata, Bingöl'de Pyrus yaltirikii, Bitlis, Diyarbakır, Samsun ve Elazığ'da Pyrus Syriaca, Hakkaride Pyrus Hakkairica ve P. Solicifolia (Hakkari 3 adet armut çeşidi ile en zengin ilimiz), Uşak'ta Pyrus Anatolica örnekleri verilebilir.



Çavdar:

Ülkemizde bir tane endemik çavdar bitkisi vardır (Secale cereale ancestrale). Bu bitkimiz Ağrı, Bingöl, Gümüşhane, Kars, Kayseri, Mardin, Muş, Nevşehir, Tunceli ve Van illerinde doğal olarak yetişmektedir.



Çemen:

Çemenin zengin endemik türleri Anadoluda bulunmaktadır. Örneğin Ankara, Bilecik, Muğla ve Urfa'da trigonella Cretica, Antalya'da Trigonella Lycica (Likya çemeni), Mersin'de Trigonella cilicica (Kilikya çemeni), Muğla ve Bursa'da T. Sirjaevii örnek gösterilebilir.



Üvez:

Türkiyenin tek endemik üvez çeşidi Rize ilinde bulunmaktadır: "Sorbus caucasica var. yaltirikii". Ancak bu üvez türünün korunması gerekmekte olup yok olma tehlikesi altındadır.



Adaçayı:

Ülkemiz endemik adaçayı türleri açısından çok zengindir. Bir çok ilimizde birden fazla endemik adaçayı türleri bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse; Adana'da Salvia cilicica (Kilikya adaçayı), Afyon'da Salvia Pisidica (Pisidya adaçayı), Aydın ve İzmir'de Salvia Smyrnaea (İzmir adaçayı), Malatya'da Salvia euphratica (Fırat adaçayı), Yozgatta Salvia Yosgadensis (Yozgat adaçayı) ilginç isimli adaçaylarıdır.



Safran:

Literatürdeki ismi Crocus (Çiğdem) olan safran bitkisi Safranbolu'da yetişmektedir. Safran, yöresel bir yemek olan Zerde Tatlısı ve pilavlarda kullanılmaktadır. Safranbolu ve çevresi de endemik Çiğdem çeşitleri açısından zengindir (Crocus Ancyrensis, Crocus Biflorus, Crocus Danfordae, Crocus Abantensis, Crocus Pastolazzae).



Turp:

İcotia carnosula adlı turpgiller ailesine mensup endemik bir bitki Antalya ve Muğla'da yetişmekte, yöre insanı bu bitkiyi taze veya pişirerek yemektedir.

EVRENİN BİR YERLERİNDE, SONSUZ SAYIDAKİ BU YAZIYI OKUYAN, SONSUZ SAYIDA SİZ VARSINIZ!


Bu kozmolojinin küçük, kötü sırrı. Bunu bilim adamlarının size anlatmak istememesinin nedeni ise utandırıcı olması.

Ancak evrenin yapısı ile fizik kanunları bir araya geldiği zaman, ortaya çıkan “quantum teorisi” evrenin bir yerlerinde geçmişin sonsuz defa tekrarlandığı bir alan olduğunu öne sürüyor.

Bunun nedeni fizikte, kozmolojide ya da her ikisinde fark etmediğimiz bir sorun olabilir. Veya gerçekten evrenin bir köşesinde sizin sonsuz sayıda kopyanız bulunuyor olabilir!

Eğer bu aklınızı başınızdan almıyorsa, başka hiçbir şey de alamaz!

1 MİLYON EVRENİ KAPSAYACAK BİGİ 1 GB’lık FLASH DISK'e SIĞABİLİR.


Bu inanılması güç teorinin gerçek olmasının nedeni, kozmik evrenin sahip olduğu yapıdan kaynaklanıyor. Evren, fiziksel kozmoloji kapsamında maruz kaldığı hızlı genişlemeden dolayı “şişmiş” bir yapıda.

İster inanın ister inanmayın, 1 GB’lık bir flash diske, bir milyon evrene yetecek bilgi sığdırabilir.

BİR ATOM AYNI ANDA İKİ YERDE BULUNABİLİR. TIPKI HEM İSTANBUL, HEM DE ANKARA'DA BULUNMAK GİBİ...


Bu laboratuar ortamında kanıtlanmış bir gerçek. Bir atomu aynı anda iki yerde gözlemek mümkün. Ya da aynı anda iki yerde bulunmanın "sonuçlarını".

Bilim dünyasında şu an atomların aynı anda iki yerde bulunma yeteneğini veya aynı zamanda birden fazla iş yapmalarını hesaplamalarda kullanılabilmek için bir yarış yapılıyor.

Bilim insanları, bu esasa dayanan “kuantum bilgisayarının” günümüzün en gelişmiş bilgisayarlarını bile geride bırakabileceğine inanıyor.

KANALLARI DEĞİŞTİRİLEN BİR TELEVİZYONUN ÜRETTİĞİ STATİK ELEKTRİĞİN YÜZDE 1'İ BÜYÜK PATLAMAYA AİT!



Evren Büyük Patlama olarak bildiğimiz bir ateş topunun içinde doğdu ve ateş topunun ürettiği ısı o günden bu yana gidecek bir yer bulamadı. Evrende sıkışan sıcaklık bugün hala etrafımızda.

Tabii ki bu sıcaklık evrenin genişlemekte olduğu son 13.7 milyar yılda önemli oranda düştü. Bu yüzden bu ısı artık gözle görülebilen ışık halinde değil, mikrodalgalar halinde televizyon antenlerinin etrafında toplanıyor.

ZAMAN YOLCULUĞU BİLİNEN FİZİK KANUNLARINA BAĞLI DEĞİL:


Şaşırtıcı şekilde, Einstein’ın yerçekimi teorisine göre zaman yolculuğu en azından prensipte mümkün görünüyor. Fizikçiler yarım asırdan fazla bir süredir zaman yolculuğunun mümkün olmadığını göstermeye çalışıyor; ancak şu ana kadar sonuç elde edebilmiş değiller.

Onların kâbus görmesine neden olan şey birilerinin geçmişe gidip anneleri daha doğmadan büyükbabalarını öldürmesi! Ünlü fizikçi Stephen Hawking, bu çelişkiyi ortadan kaldıracak bir fizik kanununun henüz bulunmadığına inanıyor. King, “Gelecekten gelen ziyaretçiler nerede?” diye soruyor.

ZEMİN KATTA OTURANLAR EN ÜST KATTA OTURANLARA ORANLA DAHA GEÇ YAŞLANIYOR.


Bu Einstein’ın yerçekimi teorisi ile bağlantılı bir konu. Einstein’ın teorisine göre, zaman güçlü yerçekimi alanında daha yavaş ilerliyor. Bir binanın zemin katındayken, doğal olarak en üst katta bulunan bir insana göre Dünya’nın merkezine daha yakın olursunuz.

Bu da daha fazla yerçekime maruz kalmanız anlamına gelmektedir. Sonuç olarak daha yavaş yaşlanırsınız. Tabi ki bu çok ama çok küçük bir etkidir. Yani genç kalmak için alt katlarda bir ev aramak zorunda değilsiniz!

DÜNYA'YA BUGÜN DÜŞEN GÜN IŞIKLARI 30 BİN YAŞINDA!


Gün ışığı, Güneş’in merkezinde meydana gelen nükleer reaksiyonlarla oluşuyor. Ancak Güneş o kadar yüksek bir yoğunluğa sahip ki, oluşan gün ışığının Güneş’in merkezinden çıkarak uzay boşluğuna erişmesi için kendine yol açması gerekiyor.

Eğer güneş ışınları önüne hiçbir engel çıkmadan düz bir çizgide ilerleyebilseydi, Dünya’ya ulaşması sadece 2 saniye sürerdi. Ancak gün ışığı o kadar külfetli ve zikzaklı bir yol izlemek zorunda kalıyor ki, Dünya’ya ulaşması yaklaşık 30 bin yıl alıyor. Yani, bugün tepenize düşen gün ışıkları aslında BUZ ÇAĞI’ndan kalma.

EVRENİN YÜZDE 98'i GÖRÜNMEZDİR


Evrenin kütlesinin sadece yüzde 4’ü insanları, yıldızları ve gezegenleri oluşturan atomlardan meydana gelmektedir. İnsanlar da henüz bu kütlenin sadece yarısını görebilmiş durumda.

Evrenin yüzde 23’ü ise esrarengiz "karanlık madde"den oluşuyor. Karanlık maddenin var olduğunu gözlemleyebildiğimiz gezegenler üzerinde oluşturduğu çekim gücü sayesinde biliyoruz

Evrenin yüzde 73’ü ise "karanlık enerji"den oluşuyor. Henüz 1998’de keşfedilen bu enerji, tüm uzayı dolduruyor ve itici çekim kuvvetine sahip.

Eğer yüzde 98’lik bilinmeyen alanın ne olduğunu keşfedebilirseniz, büyük olasılıkla Nobel Ödülü’nün sahibi olacaksınız.

Evren ve Sakladığı Sırlar


Evren hakkında bilmediğimiz belki milyonlarca, hatta daha fazla şey var. Milyarlarca yıldan beri, sınırlarını tamamen öğrenemediğimiz, hatta belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz bu sonsuz düzlemde sürekli bir evrim yaşanıyor.

Hala tek bir gezegende yaşayan insan için, keşfedilmesi çok uzun bir zaman gerektiren evrenin boyutlarını rakamlarla ölçmek birçok açıdan imkânsız gelebilir.

Ancak sonsuzluğun tanımlarından biri haline gelen uzayı aslında çok küçük sınırlara sığdırabileceğimiz gibi, anlaşılması çok güç gibi görünen şeyleri de çok kolay tanımlayabiliriz. İşte o tanımlar...

TÜM İNSANLAR BİR KÜP ŞEKERİN HACMİNE SIĞABİLİR:

Bunun nedeni, maddenin inanılmayacak derecede boş olması. Maddenin en temel yapı taşı olan atom, Güneş Sistemi’nin bir minyatürü gibidir.

Atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar, Güneş’in yörüngesinde hareket eden gezegenlere benzer. Merkezdeki çekirdek, elektronların yörüngelerine kıyasla çok ufaktır.

Bu da şu anlama geliyor: Eğer dünyadaki tüm insanlarda bulunan atomlardaki boşlukları çıkarsaydınız, geriye kalan maddeyi bir küp şekerin hacmi kadar alana sığdırabilirdiniz.

Çünkü siz ve diğer tüm insanların yüzde 99.9999999999’u boşluktan oluşuyor!

Eller ve Kişilik!


Ellerin duruşu kişiliği yansıtıyor!
Karşınızdaki kişinin aklından neler geçirdiğini, nasıl biri olduğunu merak ediyorsanız, ellerinin duruşunu ve hareketlerini gözlemleyin. Ellerine bakarak onun kişiliği hakkında önceden fikir edinebilirsiniz.

Açık Eller

Karşınızdaki insanın elleri açık duruyorsa yani avuçları gözüküyorsa, onun olduğu gibi görünmekten hoşlanan, pek birşey gizlemeyen, sır saklamasını da bilmeyen biri olduğunu söyleyebiliriz. Bu insan ayrıca cömert sayılabilir. Hele avucu gözüken ellerin parmakları da açıksa yani parmaklar arasında açıklık varsa bu insan son derece cömert olacaktır.



Kapalı Eller

Otururken avuçları gözükmeyen, yani yumruk yapılmış ellerin sahibinin her şeyi gizlemeye meraklı, duygu ve düşüncelerini kendisine saklayan, gizlilik içinde hareket etmeyi seven, paraya da büyük önem veren birisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu insandan para almak hemen hemen olanaksızdır.



Yarı Açık Eller

Yarı açık veya yarı kapalı eller daima en iyi sayılanlardır. Bu elde parmaklar hafifçe içeriye doğru bükülmüştür, fakat parmaklar avucu kapatmamaktadır. Yani avuçlar gözükmemektedir. Bu elin sahibi gerektiğinde sır saklayabilen, akılcı duygularla kafa arasında denge kurabilen, parayı da uygun şekilde harcayabilen biri olabilir. Kendisi ne cimridir ne de yeterince cömerttir.



Cansız Eller

Bazen ellerin adeta sarktıklaını görürsünüz. Ellerin sahibi onları unutmuş gibi davranmaktadır. Bu tip elleri gördüğünüzde sahibinin dalgın, iyi düşünmeyen, kendi başına karar veremeyen, iradeden yoksun biri olduğunu söyleyebilirsiniz.



Canlı Eller

Eller sakin duruyor fakat her an harekete geçecek gibi görünüyorsa; yani parmaklarda, avuçta bir gerginlik varsa iyi sayılır. Bu ellerin sahibi akılcı, kararlı, yaşamı seven, zekasından kolaylıkla yararlanabilen biri olabilir. Fakat ortada hiç neden yokken sıkılmışsa, yani yumruk halini almışsa karşısında son derece kararlı, bildiğinden şaşmayacak biri var demektir.



Ellerin Yeri

İncelemekte olduğunuz kişi ellerini nereye koyacağını bilememektedir. Bu elin sahibi çekingen, içine kapanık, toplum ilişkilerinde pek başarılı olamayan, çabuk tepki gösteren, kendine pek de güvenmeyen biri olabilir.

Bazı insanlar yürürken ellerini önde kavuştururlar. Bu tipler duygulara kapılmayı istemeyen, sakin, kendinden emin kimseler olabilirler.

Yürürken ellerini arkaya kenetleyenler, kendine güvenen, daima haklı olduğuna inanan ve bazen de üstün olduklarını sanan kimselerdir.

Yine bazı tipler bir kolu dirsekten kıvırıp vücuda dayarlarken diğerini de yanda sallarlar. Bu insanların kendilerine güvendiklerini ve başkalarını da yönetmeye hevesli olduklarını bilmelisiniz.

Yürürken elleri açık ve kolları hızla sallanan kimseler genellikle iyi niyetlidirler. Onlar hareket halinde olmayı isterler.

En Az Dokuz İhtimal


* DÜŞÜNDÜĞÜNÜZ,

* SÖYLEMEK İSTEDİĞİNİZ,

* SÖYLEDİĞİNİZİ SANDIĞINIZ,

* SÖYLEDİĞİNİZ,

* KARŞINIZDAKİNİN DUYMAK İSTEDİĞİ,

* DUYDUĞU,

* ANLAMAK İSTEDİĞİ,

* ANLADIĞI...

arasında farklar vardır...


DOLAYISIYLA İNSANLARIN BİRBİRİNİ YANLIŞ ANLAMASI İÇİN EN AZ 9 İHTİMAL VAR.
Sylviane Herpin

Ebced Hesabına Göre Burcunuz!


Kişinin yıldızını bulmak için Ebced hesabı da denilen bir yöntem uygulanır.

Her yıldız aynı zamanda bir burca tekabül eder. Bu şekilde kişinin talihi ve hastalıkları vs. hakkında bilgi sahibi olunur.

Küçük ebced hesabına göre;

Kişinin anne ismi ile kendi ismi aşağıdaki tabloya bakarak toplanır ve 12 ye bölünür.

"KALAN" kaç ise; o numaralı burca bakılır.



A=1 B=2 C=3 Ç=3 D=4 E=5 F=8 G=8 Ğ=4


H=8 I=10 İ=10 J=3 K=4 L=6 M=4 N=2 O=7


Ö=7 P=2 R=8 S=0 Ş=0 T=4 U=7 Ü=7 V=6


Y=10 Z=7



****


1 kalırsa ... KOÇ


2 kalırsa ... BOĞA


3 kalırsa ... İKİZLER


4 kalırsa ... YENGEÇ


5 kalırsa ... ASLAN


6 kalırsa ... BAŞAK


7 kalırsa ... TERAZİ


8 kalırsa ... AKREP


9 kalırsa ... YAY


10 kalırsa ... OĞLAK


11 kalırsa ... KOVA


0 kalırsa ... BALIK



****


ÖRNEĞİN;

Adınız, Ahmet; Annenizin adı da Fatma olsun...


A=1 F=8

H=8 A=1

M=4 T=4

E=5 M=4

T=4 A=1


(A H M E T) + (F A T M A) =

(1 + 8 + 4 + 5 + 4 ) + (8 + 1 + 4 + 4 + 1) =

22 + 18 = 40


40 / 12 = 3 KALAN= 4


Buna göre burcunuz= YENGEÇ



15 Ağustos 2011 Pazartesi

EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ


Yıl 1943. Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.


– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?

– Alıyorum.

– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.

23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar.

Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” de

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’e mektup yazar: “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.

Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.

Girişimcilik ne biliyor musun?

Bulunduğun yere yenilik katmalısın.

Mutlaka adım atmalısın.

Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.

İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Fatihanın Manası...


Bir Fransız doktorunun, namazın sağlığa faydası hakkında önemli bir keşfi vardır.
Fransız doktorunun keşfi şudur: Günde beş vakit namaz kılan bir kimse verem hastalığına tutulmaz. Çünkü verem mikrobu ciğere yapışır. Ciğerin damarlarının üst kısımındaki kan alt kısma tabü bir şekilde süzülür. Üst kısımda pek az kan kalır. Kanda akyuvarlar vardır. Akyuvarlar vücudu mikroplara karşı savunan bir kuvvettir. Ciğerin üst kısnıı kansız kaldığından oraya yapışan mikrop savunmasız kalır ve çoğalarak ciğeri tahrip etmeğe başlar. Kanın fazla bulunduğu kısma geldiği zaman verem mikropları çoğalmış ve büyük bir kuvvet kazanmış olur, artık akyuvarlar verem mikroplarına karşı koyamazlar. Bu kez verem mikropları akyuvarları yok etmeğe başlarlar. Bu suretle insan verem hastalığına tutulmuş olur.

Namaz kılan bir kimse rükua, secdeye giderken, ciğerlerinin alt kısmında olan kan muntazam bir şekilde üst kısma gelir. Ciğere henüz yapışmamış olan ve ufak bir kuvvet bile peydah edememiş bulunan verem mikrobuna akyuvarlar saldırır ve onları yok ederler. Çünkü her bir milimetre küp kanda yedi sekiz bin akyuvar vardır. Şu halde günde beş vakit namaz kılan kimsenin verem hastalığına yakalanmasına imkan yoktur.

Fransız doktorunun namaz hakkında olan bu keşfini bizim doktorlarımız da doğru ve uygun bulmuşlardır.

Bu anlatmış olduğumuz şeyler, namazın maddi ve sağlığa ilişkin faydalarından biridir. Bunun gibi daha bir çok faydaları vardır. Namazın en önemli faydaları manevidir ve Mevlanın rızasını kazanmaktır. Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem, “Esselatü miracül müminin” (Namaz müminin miracıdır) buyurmuşlardır. Kul, namaz ile Mevlasına yakın olur. Mevlanın lütuf ve keremine ve lahuti olan nurlarına ermiş olur. Bir meyve ağacı güneş ışığının içinde dura dura erdiği gibi, bir kul da Mevläsının huzurunda dura dura olgunlaşır.

Namaz, Allahü Teala ile konuşmaktır. Namazın Cenabı Hak ile konuşmak olduğunu apaçık ispat eden, her namazın her rekatında okuduğumuz Fatiha Suresinin manasıdır. Fatihanın manası pek geniştir. Burada kısaca bir mänasını anlatalım.

Fatihanın Manası

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdü lillahi rabbil alemin: Hamdüsena şu kainatı yoktan var eden ve bu günkü varlığını, intizamını koruyan ve bütün alemleri an-be-an terbiye eden Ulu Allaha Mahsustur. Errahman: Rahman, sıfatıyla yarattıklarının hepsine merhamet edip Rahman sıfatının rahmetini müslüman, hıristiyan, yahudi ve müşriklerden esirgemeyen, umumuna dünya nimetlerini ve dünyada yükselmeye sebep olan fenleri, sanatları, herkesin istidat ve çalışması ve gayreti nisbetinde veren. Errahim: Rahim sıfatıyla yalnız müslümanlara, müminlere merhamet edip onlara hidayet ve iman nuru veren, ahirette de onları ebedi nimete ve saadete mazhar kılacak olan. Maliki yevmiddin: Hamdüsena, kıyamet günü kullarının mükafat ve cezalarının yegane sahibi olan Ulu Allatıa mahsustur.

Cenabı Hak, Fatiha Suresini buraya kadar okuyan kuluna buyuruyor ki:

"Kulum, doğru söyledin, kainatı yoktan var eden ve bugünkü varlıklarını muhafaza eden, bütün alemleri azar azar büyüten, terbiye edip kemale erdiren bir rahmetimle yarattıklarımın hepsine rahmet eden, .diğer bir rahmetimle yalnız müminlere merhamet eden ve kıyamet gününün, yani mükafat ve cezalar gününün sahibi olan benim, sen benden ne istersin?" diye kuluna manen hitapeder.

Kul, İyyake nabüdü der: Yarabbi, sana kulluk etmek isterim. Ulu Mevla kuluna: "Ey kulum, sen bana nasıl kulluk edebilirsin? Sana söylerken söyleten, okumağa, ayakta durmağa, rükua ve secdeye varmaya, oturmaya kuvvet veren benim, ben sana kuvvet vermedikçe kendiliğinden hiç bir şey yapamazsın. Şu halde sen bana karşı ne suretle kulluk edebilirsin" der.

Aciz ve korku içindeki kul, İyyake nestain der: Yarabbi, yalnız senden yardım isteriz, her şeyi yalnız senden bekleriz. Çünkü sen herşeyin sahibisin. Senin iznin olmadan ateş yakmaz, su akmaz, toprak varolmaz ve bize hiç bir şey vermez, geceler gündüzler olmaz, alemler olmaz.

Kul, İhdinas sıratel müstakim sıratellezine enamte aleyhim der: Yarabbi, bizi doğru yola, kendilerini nimetlere erdirdiğin kulların yoluna eriştir.

Kul, Gayril mağdubi aleyhim ve leddalin amin der: Yarabbi, bizi gazabına uğrayanların, doğru yoldan sapmış ve dalalette kalmış olanların yoluna gönderme...

Ahmet KAYHAN

PADİŞAH MİHMAN OLMAZ


1. Vasıl olmaz kimse Hakka cümleden dur olmadan
Kenz açılmaz bir gönülde, ta ki pür nur olmadan

2. Sur çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hak

Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan

3. Mestolan mestane gelmiş ta ezelden ta ebed

İçtiler aşkın şarabın abı engür olmadan

4. "Ölmeden evvel ölünüz" sırrına mazhar olan

Haşrı neşri gördü burda, nefhayı sur olmadan

5. Hak cemali Kabesin kıldılar aşıklar tavaf

Yerde Kabe, gökyüzünde Beyti Mamur olmadan

6. Arif olanın kelamı gayriden gelmez amma

Pes "Enel Hak" nice desün kişi Mansur olmadan

7. Bir muhal sevdaya düşmüş gün, gece Şemi daim

Hakka vasıl olmak ister halka menfur olmadan.

Şemi

1. Cümleden dur: Herşeyden uzak. Kenz; Hazine. Pür nur: Salt ışık.

2. Ağyar: Yabancılar.

3. Abı engür: Üzüm suyu.

5. Beyti Mamur: Kabenin, yedinci kat gökteki prototipi. Kabe, bu Beytin (ev) yeryüzündeki izdüşümü olarak düşünülür.

6. Kelam: Söz. Pes: İmdi. Enel Hak: Ben Hakkım. Mansur: Hallacı Mansur.

7. Muhal: Olmayacak, imkansız. Menfur: Nefret edilen.

GÜLDEN DÜŞEN YAPRAKLAR



Allah Vedud, yani “Seven”dir. O’nun isimleri, istediklerini anlatır. O, isimleriyle nasıl olmamızı istediğini aydınlatır. Peygamberimiz Hubb-u İlahi’nin (ilahi sevginin) Alem-i nasut’ta (insanlık aleminde) büründüğü surettir. Aşk ayetidir. Bu nedenle İslam, sevgi dinidir. Makam-ı muhabbet, makam-ı Muhammed’dir. Gayb Aleminin, Alem-i rububiyyet denilen manevi semasında, Muhammed’siz, bir makamdan bir makama yükselmek, Allah’a manen yaklaşmak mümkün olmadığı gibi, muhabbetsiz de mümkün değildir. Allah Feahbebtü: “Sevdim” buyurmuş, kainatın ve zübde-i kainat olan insanın çamurunu Aşk şebnemiyle yoğurduğunu duyurmuştur.

Dinimiz Sevgi olmalı, Sevgi’den kaynaklanmalı, Sevgi, duygu düşünce ve davranışlarımıza egemen olmalıdır. Hayatımız burcu burcu Sevgi kokmalıdır. İbn-i Farid, “Allahım! Senin Sevgini Mezhep edindim” der, Allah’a manen yaklaşmak için Sevgi yolunu seçtiğini söyler. Peygamberimiz de şöyle der: “Allahım! Beni sevginle rızıklandır.” Allah’ın sevdiklerinin şu kimseler olduğunu söyler:

– Allah’ı kullarına sevdiren,

– Allah’a kullarını sevdiren,

– Gezerken rastladıklarına yararlı öğütler veren.

O halde Din adamının hayati görevi, Sevgi’ye hizmet etmektir. Mabedlerin gülsuyu kokmaları yeterli değildir. Burcu burcu sevgi kokmaları gerekir.

Aşk bir derttir, fakat derman arattırdığı, dermana ulaştırdığı için, aynı zamanda dermandır, Hz. Mevlana’nın buyurdukları gibi, hem zehir hem de panzehirdir. Lutfa uzanan kahırlar lütuf, kahıra uzanan kahırlar ise kahırdır. Hz. Mevlana’ya göre, “Güle yakın olan diken, gülden sayılır.”

Kur’an’ı güneş, ay veya lamba ışığında okumakla yetinmek, yetmez. Müminin bir de onun ışığında kendisini okuması, tanıması, noksanlarını tamamlaması gerekir. Kur’an’ı anlayarak okuyan uyanır, onu bilinçle yaşayan ise, Kemal’e uzanan yolda yol alır.

Kur’an ne yalnız bilmek, ne de onu bilip başkalarına bildirmek için gelmiştir. Kendimizde Allah yadigarı olarak bulunan kemal yeteneğini uyandırmak, geliştirmek, kemaline erdirmek, İnsan-ı Kamil olmak; Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)’in kemalini, yalnız satırlarda değil, sadırlarda bulmak; bu kemal ile Allah’ın yaratıklarına hizmete kendimizi adamak, Hakk’a hizmeti halka hizmette aramak; Peygamberimiz gibi, Allah’ın canlı cansız alemlerine rahmet olmak için indirilmiştir.

İnsan, Allah’a olan yakınlık ve uzaklığını, sofuluğuyla değil kemaliyle, onu kendisine verilişindeki hikmet ve amaca uygun şekilde kullanıp kullanmayışıyla ölçmelidir. Kur’an’da, Kur’an’ı yaşamayan, ondaki kemalle kemallenmeyen yerilmiş, Peygamberimiz hakkında, “O’nun ahlakı (yani kemali) Kur’an’dı,” denilmiştir.

Kutsal kitap üç çeşittir:

1. Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an (Bunların dördü de birdir, Ayat-ı Kavliye’dir),

2. Kainat Kitabı,

3. Zübde-i kainat olan, kainat kitabının fihristi halinde yaratılan İnsan.

Bunların ayetleri, fiili ayetler veya yaratılış ayetleridir. Bunlar da Allah’ındır, Allah’tandır; suretleriyle La İlahe, hakikatleriyle illallah’tır. Varlıkları mecazidir, Allah’ ın tecelli mazharı olmakla, varlıkları zahir ve süreklidir. Allah, her an bir başka tecellidedir; mevcudat, akan bir tecelliyat deryasıdır. Allah’ı diliyle (kalen) inkar eden kişi, gerçekte (halen) tasdiktedir. İnkarı da inkar ettiğiyle, onun yardımıyla yapar. Buna layık olmuş, layık olduğunu bulmuştur. Hidayete mazhar olmak, ona layık olmaya koşmayı gerektirir. Allah, Kur’an’da hidayet etmeyeceklerini belirtmiştir. İsteyen arar, araştıran bulur, bulan layık olur, layık olan layık olduğuna kavuşur.

Seven kimse olmak istemeyen, onu aramayan, ona layık olmaya çalışmayan bir kimsenin bulunacağını düşünmek bile mümkün değildir. Elbetteki korku da bunun aksidir. Korku olmalı, fakat sevgiden doğmalı, onun çocuğu olmalıdır.

Allah’a ayak adımıyla değil, İlim ve İrfan adımıyla yaklaşılır. Eğer ayak adımıyla yaklaşmaya kalkılırsa, uzaklaşılır. Derya nasıl varlığını dalgalarında izhar ederse, Allah da varlığını yaratıklarında izhar etmektedir. Bunun için Niyazi Mısri merhum, Divan’ında, “Benden görüp işiten, bildim ki ol canan imiş,” demektedir. İlimsiz ibadet; bakımsız, irfansız ibadet, meyvesiz ağaca benzer. Allah, insanları, İlim ve İrfan’a dayanan kemale yükselmeleri için yaratmış, onlara özgü Saadet’i kemale katmıştır.

Her ne kadar Rabbimizi bilmek, kendimizi bilmekle mümkünse de, Rabbimizi bulmak, kendimizi aşmakla, kendimizden geçmekle mümkündür.

Hakikat yolunun cenabetliği yalnız meniyle değil, aynı zamanda benlikledir. Kendisinden “Ben” damlayan kişi, manen cünüptür. Kur’an, temiz olmayanlara bir şey vermediği gibi, o, irfan semasından da tahir olmayanların ruhlarına, bir damla irfan rahmeti damlamaz. Allah, bunun için Kur’an’da Nahnu: “Biz” buyurur. Bu gerçeği tek başına namaz kılarken bile iyyake na’büdü ve iyyake nestaiyn dedirtmekle duyurur.

Abdestin namazdan önce olması, o manevi huzura abdestli olarak çıkılması, namazda kıraata öncelik tanınması ne anlamlıdır! Kur’an’da Yüzekkiküm: “Sizi arıtır,” buyurulması üzerinde de durmak, bu arıtmayı maddi tabir gibi almamak, nefsani duygu, düşünce ve davranışları da buraya katmak gerekir.

Allah’ın değer ölçüsü, Takva’dır. Bu kelime gerçekte bütün İslam’ı içine alır. Dört derecesi vardır. İlk derecesi, kendimizi Kitabullah olarak görmek, tanımak; Kitabullah gibi korumaktır. Kirletmekten, gölgelemekten sakınmaktır.

“Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan,” derler.

Allah padişahlığı istememiş, İslam da dünya padişahlığına yer vermemiştir. Padişahlık Emevilerden gelmedir. Peygamber, “Ben padişah değilim,” diyerek padişahlığı nefretle reddetmiştir. Bunun için, ben bu sözü şöyle söylerim: “Allah’a layık görülmez, Gönül, temiz olmadan.” Allah, gönüllerin mamur olmasını beklemez. Kırık, kendisine muhtaç, viran gönüllere meyleder, oraları mamur eder. Ona mamur gönüller değil, viran gönüller muhtaçtır.

Allah’ın, insanları Beytullah diye adlandırılan evine çağırması; ev sahibini hatırlamaları; O’na yaklaşmanın yoluna koyulmaları içindir. Ev sahibini bulamayanın evi bulmasında ne yarar olur? Marifet, evi değil, o evin sahibini ziyarettir.

Evini ziyaret maddi güçle, ev sahibini ziyaret manevi güçle olur. Birincisinde çöl, ikincisinde nefs aşılır, benlikten uzaklaşılır.

Hac, vuslatı hatırlatır, onu hacıya anlatırsa, hac yerini bulur. Hacı o zaman, o ibadetteki manayı ve yararı tam olarak bulur.

Puta tapanlar da gerçekte Allah’a tapmışlardır, çünkü Allah her yerde hazır ve nazırdır. Fakat onlar Allah’ı puta tahsis ettikleri, surette kaldıkları için, niyet ve kasıtlarından ötürü günahkardır. Zavallılar sureti aşamamış, Hakk’a ulaşamamışlardır.

Kabe’nin sırrını çözen için, her zerre Beytullah’tır. Allah her yerdedir. Halik’i gören mahluku görmezmiş, mahluku gören de Halik’i görmezmiş. En iyisi, Halik’i mahlukta, mahluku Halik’te temaşa etmek; Mecmaü’l Bahreyn (iki denizin birleştiği yer) ne imiş, bunu anlamak; bunları birbirine karıştırmamakmış. Derya olduğunu bilmek, fakat dalga olduğunu da asla unutmamakmış.

Kar nasıl güneşte erirse, benlik de İstiğrak’ta erir. İnsan namazda kendisinden geçtiği derecede namaz kılmış olur. Benlik, manevi cenabetlik sayıldığına göre, insanı Allah’ın manevi huzurunda, bu halden arıtan manevi guslün suyuna,İstiğrak (Allah’ta olmanın manevi hazzıyla kendinden geçmek) denir. Ve namaz İstiğrak’tır, istiğrak olmalıdır denilebilir.

Onu gerçek yüzüyle gören, gerçek manasıyla tanıyanlar, onun yalnız bedenle değil, gönülle de eda edilmesi gerektiğine inananlar tarafından böyle eda edilir.

İslam bir Tevhid tarlasıdır. Tevhid tarlasında Benlik otu boy vermez. Benlikle yapılan ibadetten, işten hayır gelmez. Tevhidi yaşayanda, şikayet asla duyulmaz ve görülmez.

Hakk’ın sevdiği kuluna uzanan eli, muhabbet; onu kendisine çekmesi cezbe ve marifet; kavuşturması ise, vuslattır. İnsana özgü mutluluk, kemalle yükselerek erişilen vuslattır.

Ayrılık, Cennet’te de olsa, orasını seven için Cehennem’e döndürür. Ayrılık diyarı, sevene Cennet olmaz.

İnsanın dertlerinin kaynağı olan derdinin devası, rızıkta değil, Rezzak’tadır. Bunun için yemeğe başlanırken besmele çekilir. Rezzak’tan gafilane yenen yemeğe, zehir dense yeridir.

Vahdet Ehli, feyz çeşmesine koşan değil, feyz deryasına ulaşandır.

Allah’la insan, deniz ve dalga gibidir. Bunların arasına nasıl girilir? Ve nasıl, bunların arasında yol olmalı denir? Bu yol nereye yerleştirilir?

Tokmak, o evin tokmağıdır. Fakat dışarıda olan, evin içinden ve içindekinden haberdar değildir. Onun gibi İslam’ın görünüşünde kalan kişi, evet İslam’dır, fakat kapı tokmağı gibi, İslam’da olandan haberdar değildir. Manaya yükselememiştir. Hacer-i Esved gibi olmayan, elinin öpülmesinden gurur duyan, elini öptürmemelidir.

Bir mümin, Kur’an’da Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)’in kemalinde kendisini bulabildiği derecede, İslam ve Allah’a yakındır. İslam’lık, Muhammediyyet’i giyinmektir, Muhammed’leşmektir, yani O’nun kemalinin varisi olmak, o kemalden gerektiği kadar nasibini almaktır.

Diğer bir bakımdan İslam, Peygamberimiz gibi Gönül aynasını Allah’a sevgiyle arzetmek, bu aynada O’nu bulmaktır. Allah’ın evi olmaktır.

Tecelli olduğunu, onunla oluştuğunu bildiği halde tecellide kalan, Hanifliğe ulaşamaz. Tecelliyi aşan, tecelli edene kavuşan ulaşır. Onun bakışları pencerede takılıp kalmaz. O, halktan değil, Hak’tan görür.

İnsanın başkalarında aradığı, kendisinde olandır.

Aşık’ta, maşukundan başkasına bakacak göz, döndürecek yüz, söyleyecek söz umanlar, Aşk’ı tanımayanlardır, Aşk onun hayatı, sevgilisi ise hayat kaynağıdır. Ondan bir an ayrılamaz. Peygamberimiz şöyle dua etti: “Rabbim! Beni bir göz açıp kapayıncaya kadar olsun, nefsime bırakma (gaflete kaptırma).”

Allah’ın sevdikleri, O’nu sevenlerdir. Allah’ın hoşnut oldukları, O’ndan hoşnut olanlardır. Hoşnut olmadıkları ise, O’nun takdirinden şikayet edenlerdir.

Hangi dini mezhepten olurlarsa olsunlar, Allah’ın sevdikleri kişiler, aynı mezheptendir. Bence Fırka-i Naciye (kurtulmuşlar zümresi) bunlardır. Çünkü Allah, sevmediğine kendisini sevdirmez. O halde bunlar, Allah’ın sevdikleridir.

Tevhid dinine tefrik sokanlara, tefrik ehli olanlara, eyvahlar olsun. Bir kadını seven erkekler, bir erkeği seven kadınlar, birbirlerini dövmek için köşebaşı beklerler. Allah’ı sevenler ise birbirlerini kucaklamak için köşebaşı beklerler. Bunun için Tevhid’e sevgiyle yükselinir.

La ile illa, Teşbih ile Tenzih vs. birbirlerinin zıddı oldukları halde, İslam bu zıtları birleştirerek bunlardan Tevhid’i çıkarmıştır. İman’ın koşullarında Peygamberleri, Kitapları birleştirip onlara yer vermiştir. Bu dinde nasıl tefrike yer bulunur? İşte Hz. Mevlana’nın; eserini Mesnevi tarzında yazmak ve adına Mesnevi demekle, Mesnevi ma dükkan-ı vahdetest: “Mesnevi’miz vahdet dükkanıdır” demekle anlatmak istediği budur. Mesnevi tarzında, ikilikte birlik, şekil ayrılığında mana birliği vardır. Zıtlar, cem olmuştur. İki mısra bir beyti manasıyla oluşturmuş, tamamlamış, onda elele vermiştir. Bu, kainattaki sırrı açıklamaktır. Ondan ders almaktır.

Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)’in Mirac’da yükseldiği, Hz. İsa’nın ve diğer Peygamberler’in katettiği sema, bu üstümüzdeki maddi sema değil, gayb Aleminin manevi semasıdır, Rububiyyet semasıdır. Allah’la kul arasındaki, Halik’le mahluk arasındaki semadır. Bu semadan, durmadan duraklamadan Hikmet yağar. İrfan dersanesi ve tekamül yurdu, Allah’ın üniversitesi olan bu aleme, Alem-i Nasut’a dersler verilir, gönderilir. Şu kişiler bunlardan yararlanamaz: a) Dünyaya gaflet gözlüğüyle bakan, midesi açısından tavukça bakan ve burayı yalnız yemlik olarak gören; b) Benlikte kalıp ilmini, zühdünü, ibadetini kendisine perde yapan; c) Allah’a hüsn-ü zanda değil, sui (kötü) zanda bulunan; d) Gönlünü Allah’a yöneltmeyen, onun kapılarını Halik’e kapayan.

Peygamberimiz’e göre İslam alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir. Ancak böyle olanlara İslam alimi denir. Süleyman Peygamber kuş dilini bilirmiş. İslam arifleri, kuştan konuşanı ve dilini bilirler.

İslam, anlamsız bir şekil yığını, mahsulsüz tarla gibi değildir. Bu dinde ibadetler, bir bakıma ikiye aynlır: a) Kazası mümkün olan ibadetler: Namaz, oruç, zekat, hac gibi. b) Kazası mümkün olmayan ibadetler: Kendimize, ailemize, milletimize, vatanımıza, devletimize, İslam ve insanlığımıza düşen görevleri aşkla, şevkle, şuurla, bilinçle, yerinde ve zamanında yerine getirmek; yükümlülüğümüzün gereklerini tam olarak yapmak.

Yaptığımız kazası mümkün olan ibadetlerin Allah katında kabul olup olmadığını, kazası mümkün olmayan ibadetlerimizden anlamalıyız. Kendisine, ailesine, vatanına, milletine, devletine, İslam ve İnsanlık alemine yararlı olmayan, hele zararlı olan insanın, gece kaim (namazda), gündüz saim (oruçlu) olsa bile, Cennet’e layık olamayacağına yürekten inanmalıyız. İslam’ı ve Cennet’i gölgelemekten kaçınmalıyız.

Camilerin toplum hayatımızdaki yerini ve değerini de, bizleri kazası mümkün olmayan ibadedere yükseltip yükseltmemesiyle ölçmeliyiz. Yükseltmeyen cami ve mescidin fonksiyonunu kaybetmiş olduğunu kabul etmeli, hemen onun içindeki vaiz ve hatibin değiştirilmesini ilgililerden taleb etmeli, camiyi diriltmeli, rayına oturtmalıyız. Onu cami, yani “toplayıp birleştirici” kılmalı, bizi birbirimize düşürmeye, aramıza nifak sokmaya çalışan vaiz veya hatibin bulunduğu camiden uzaklaşmalıyız. Çocuklarımızı da ondan korumalıyız. Çünkü ağızdan zehirleneni kurtarmak kolay, kulaktan zehirleneni kurtarmak ise zordur. Bağrına ağlayarak düştüğümüz bu dünyadan gülümseyerek gidebilen, bu alemin bütün karını süpürüp götürmüştür. Bu bahtiyarlığa, kazası mümkün olan ibadetlerle kazası mümkün olmayan ibadetleri, hakkıyla edaya yükselenler ararlar.

“Amme menfaati, şahıs menfaatinden üstündür.” Yani gerçek insan ve müslüman, toplumun yararını kendi yararından üstün tutan, ona zarar vermekten titizlikle kaçınandır. Buhari’deki bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Bir gece nöbet beklemek, geceleri namaz, gündüzleri oruçla geçen bin geceden hayırlıdır.” (Bu noktada, “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var” sözü hatırlanmalı, bu gerçeğe o açıdan bakılmalı ve bu gerçek o açıdan tanınmalıdır.)

Çok güç oluşan münbit toprak tabakası hafriyatta çıkarıldığında, onun yararlı bir yere tahsisi ispat edilmedikçe, Almanlar’ın ev yaptıran kişiye iskan raporu vermedikleri; o kişiye, “Vatan yalnız sınırlardaki topraklar değil, bütün topraklarımızdır,” denildiği söylenir. Ne güzel bir davranış.

Peygamberimiz savaşlarda sakınca gördüğünde oruç tutmaz, bozar ve Ashab’a da bozdururdu. Ebu Talha kahramanların en güzidelerindendi; düşmana karşı güçlü olmak için savaşa oruçlu olarak çıkmazdı. Peygamberimiz’in vefatından sonra Müslümanlar güçlendiklerinden, daima oruçlu oldu. Oruç İslam’ın beş koşulundan biri olduğu halde, onda insanın kişisel çıkarı olduğundan terkedilir, müslümanların yararı tercih edilirdi. Bunda müslümanlara çok değerli bir ders vardır.

İslam’da yasak olan, ırkçılıktır. Kur’an’da, Şuuben: “Milletler” buyuruluşu, Peygamberimiz’in “Milletin şereflisi, ona hizmet edendir,” deyişi, milliyetin bu kapsama girmediğini göstermektedir (ayrılığa alet edilmemek, eşitliği yaralamamak kaydıyla). İslam; kendimize, ailemize, vatanımıza, milletimize, devletimize, İslam ve insanlığımıza zararlı şekilde tefsir edilemez. Çünkü bu din, bunların hiçbirine zarar vermek için gelmemiştir. Ayrıca hiç kimse bu dine, bunlara zararı dokunsun diye girmemiştir ve giremez. Yararlı tefsir hatalı bile olsa, niyet temiz olduğundan; ameller niyetlere göre değerlendirileceğinden; sevaplar günahları gidereceğinden ötürü, o kişiye bundan bir zarar düşünülemez. Cennet, bunlara zararlı olanların yeri değil, yararlı olanların yeridir.

Ahmet KAYHAN

7 Temmuz 2011 Perşembe

Rüyetullah


Rüyetullah (Allahı görmek), ilahi sıfatları görmektir. Bu görüş iki çeşittir: Biri, öbür dünyada vasıtasız olarak Cemal sıfatının tecellisini görmek, diğeri de bu dünyada kalb aynası aracılığı ile ilahi sıfatların tecellisine ermek. Bu sıfatlar, “Kalb(Fuad) gördüğünü yalanlamadı” (Necm, 53:11) ayetinde bildirildiği üzere, kalp (fuad) gözüyle gö rülür. Bu konuda, şu hadisi şerifi de anmakta yarar vardır: "Mümin, Müminin aynası dır."

Burada birinci mümin, inanan kulun kalbi olup, ikincisi Cenabı Hakk’ın isimlerindendir. Her kim bu alemde sıfat tecellisine ererse, öbür alemde şekilsiz olarak zatını görür.

Bu anlatılanlar, Allahın sevgili kulları tarafından doğrulanmıştır.

Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar:

“Rabbimi, Rabbimle anladım.”

Hz. Ömer şöyle der:

“Kalbim Rabbimi, Rabbimin nuru ile gördü.”

Hz. Ebubekir şöyle der:

“Ben hiçbir şey görmedim ki, Allahı onda görmüş olmayayım.”

Hz. Ali şöyle der:

“Ben, görmediğim Allaha ibadet etmem.”

Bütün bu sözler, ilahi sıfatların gözlemini anlatır. Çünkü bir kimse, pencereye düşen güneşin ışığını görse ve “Güneşi gördüm” dese, yalan olmaz.

Marifet


Marifet, nefsin kara perdesini kalp aynasından açmak ve onu temizlemekle hasıl olur. O zaman Allahın Cemalinin gizli hazinesi gözükmeğe başlar, kalp sırrının özünde gözükür.

Allahü Teala, bir kudsi hadiste şöyle buyuruyor: "Ben, gizli bir hazine idim. Zatıma irfan duygusu taşınmasını istedim. Halkı, bunun için yarattım."

Bundan anlaşılıyor ki Allah insanı, marifeti (bilinmekliği) için yarattı.

Marifet, yani irfan sahibi olmak, iki şekilde anlatılır: Biri Allahın zatına, öbürü de sıfatma karşı irfan sahibi olmak.

Allahın sıfatına karşı arif olmakla, dünya ve ahirette cismin alacağı tad vardır. Ama onun zatına karşı irfan duygusunda, öbür alemde mukaddes ruhun alacağı haz var dır. Ayeti kerimede şöyle buyurulmuştur: “Biz onu kudsi ruhla teyid ettik” (Bakara, 2:87). Allahın zatına karşı irfan duygusu taşıyanlar, kutsal ruhla kuvvet bulmuşlardır.

Anlatılan bu marifet, ancak iki yönlü ilimle meydana gelir: Zahiri ilim, bir de batıni ilim. Anlatılanların gerçekleşmesi, bu iki ilme bağlıdır.

Peygamber Efendimiz, bu iki ilmi anlatırken şöyle buyurmuştur: “İlim, ikiye ayrılır. Biri dilde olur ki bu, Allahın kulları üzerindeki delilidir. Bir de kalbde olan ilim vardır ki, amaçların hasıl olması için, yararlı olan da budur.”

Kalemi Ala, Levhi Mahfuz


Kalemi Ala (Yüce Kalem), yaratıklara ait beliriş yerlerinde, Hakkın tayinlerinin, belirleyişlerinin öncesidir. Kalemi Ala, bir modeldir. Levhi Mahfuzda onun için ne ge rekli ise, onun şeklini alır. Akıl, Kalem yerindedir, nefs Levh yerindedir.

Şu hadisi şeriflere bakalım:

1. “Allah, önce Aklı yarattı.”

2. “Allah, önce Kalemi yarattı.”

3. “Allah, önce Resulünün ruhunu yarattı.”

Demek ki Aklı Evvel, Kalemi Ala ve Ruhu Muhammedi, tek cevherden ibarettir. Ancak bu tek cevher, yaratıklarla ilgili olduğunda Kalemi Ala, mutlak yaradılışla ilgili olduğunda Aklı Evvel, İnsanı Kamil ile ilgili olunca da Ruhu Muhammedi ismini alır.

Levhi Mahfuz (Korunmuş Levha), Hakka bağlı ilahi bir nurdur. Kainat kitabının aslı, Levhi Mahfuza yazılmıştır. Bütün varlıkların asıl baskısı odur.

Heyula, herşeyin ilk cevheridir. Levhi mahfuz, heyülanın anasıdır. Levhi Mahfuzda bulunmayan hiçbir şekil, heyula için gerekli değildir. Bir şekil, bir suret heyula için gerekli olduğu zaman ise, Kalem, o suretin icadını Levhi Mahfuza yazar.

Levhi Mahfuz, Nefsi Küldür (yani tümel nefstir). Kalemi Ala ise, Aklı Evveldir.

Levhi Mahfuzda yazılı olan Kader (ya da mukadder şeyler), iki çeşittir: Değiştirilmesi mümkün olmayan kader, değiştirilmesi mümkün olan kader. Birincisi, ilahi sı fatların bu dünyadaki gerekleridir. Bunların değiştirilmesine imkan yoktur. Değişebilen kader ise, bu alemin özelliklerinin bir gereğidir, eğer normal şekilde yürürse, Levhi Mahfuzda yazılı olan yerini bulur. Bazen de ilahi kudret, yürütmeyi durdurur.

Levhi Mahfuz deyimi ile anlatılan İlahi Nur, Allahın Zat nurudur. Zatının nuru ise aynen zattır.

Onda bölünme ve parçalanma olamaz. Zira o. Mutlak Haktır, Mutlak Gerçektir.

Bu anlatılırken. Nefsi Külli deyimi kullanılır. Bu yüzü ise. Mutlak Halktır. Elbet o, Levhi Mahfuzda Kuranı Meciddir" (Büruc, 85:21-22) ayetinde Kurandan kasıt, nefstir, yani yüce zatın nefsidir. Bu, İnsanı Kamilin nefsidir ve Nefsi Kül ile, Levhi Mahfuzdadır.

Ahmet KAYHAN