20 Aralık 2008 Cumartesi

Eyreti bilgi..




Kendi Bağının Mahsülünü Getir Ortaya.

Kartal Kaplumbağa Etini Çok Severmiş, Pençesiyle Kaptığı Gibi Taa Gökyüzüne Çıkarırmış Ki Yere Atıp Kabuğu Parçalansında Yesin. Kendini Bir Anda Havada Uçar Halde Gören Kaplumbağ, Kartalın Pençesinde Olduğundan Habersiz; " Vay Be Uçuyorum Ha ,Bende Bu Yetenekte Varmış " Diye Öğünürken, Kartal Kaplumbağı Pençesinden Bırakır Ve Kaplumbağ Kayaya Çarpıp Param Parça Olurmuş. Tabiiki Kartalda Karnını Böylece Doyrurmuş.

Hocamın İkazıyla Ben , Herzaman Bu Kaplumbağnın Düştüğü Hataya Düşmekten Çekinmişimdir. Başkasının Bilgi Birikimini Ezberleyip ,Onu Sanki Kendi Malınmış Gibi Ortaya Getirmek Bu Aldanışın Bir Benzeridir Kanaatindeyim.Emanet Ceket Eyreti Durur, Bunuda Herkes Bilir.

Kuru Bilgiyi Alıp ,Bunu Ezberleyenler Ve Bu Bilgiyle Kibirlenenlerin Hali Ancak Kitapları Sırtlanmış Eşeğin Hali Gibidir. Eşek Sırtında Taşıdığı Kitabın Hikmetini Ne Bilsin ? Ancak Hamallığını Yapar. Kuru Bilgiyi Taşıyan Ey Gafil, Allah Senide Kayırmış Bak Alemlerin Bilgisinden Sanada Lutfetmiş, Ama Sen Bihaber Halde Hamallık Yapar Durursun.

O Bilgi İnsanda Bir Oluşa Vücut Vermiyor, Sadece Başkalarına Kibirlenmek İçin Toplanıyorsa Yazık , Boşuna Bu Hamallık. Yeni Bir Oluşuma Vücut Vermeyen Kısır Bilgi Yığınının Sonucu, Üreten Başkasından Aşırmak Olur Ki Bu Da Kaplumbağnın Düştüğü Hatadır.

Kur'an Daima Kainatın Mucizelerinin Üstünde Düşünüp , İbret Almayı Teşvik Eder. Aksi Halde İnsan Yukarıda Ki Eşeğin Durumuna Düşer. Hikmete Götürmeyen Bilginin Hikmeti Ne Olaki ?

Kimi Dinin Tabulaştırılmış Eski Kabullerinde Donup Kalmış, Kimi İdeoloji Babalarının Fikirlerine Sarılmış , Herkes Boğulmamak, Başını Suyun Üstünde Tutmak İçin Bir Kütük Bulmuş Kendince. Peki Bu Kütük Seni Karşı Kıyıya Çıkarır Mı Çıkarmaz Mı ? Önemli Olan Odur. Sonra Kaplumbağ Gibi Tepetaklak Gelmeyesin. Gel Şu Bilgi Denen Nimeti Bir Daha Gözden Geçir. Ama Haddini Bilerek. Kendi Kabullerinide Değişmez Gerçekler Deyip, Onları Putlaştırma. Sonra Kendi Yaptığı Puta Tapan Cahiliye Araplarından Ne Farkın Kalır ?

amak-ı hayal


(...) şehri Türkiye'nin en büyük ve en güzel şehirlerinden bi¬ridir. Ben uzun bir süre bu şehirde, şehrin ortasında bulunan bir mahallede oturdum. Hükümet konağı ile evim arasındaki yollar¬da dikkat çekici pek çok şey vardı: Köhne evler, herbiri birer pa-rişanlık ve yoksulluk yuvası olan bir sürü virane, yürünemeye-cek hâlde sokaklar, pislik içinde caddeler... Fakat hepsinden il¬ginç olan, evime yakın eski bir mezarlıktı.
Bu mezarlığın etrafı çok sağlam ve sanatkârane yapılmış du¬varlarla çevriliydi. Duvarda, onar metre arayla yapılmış pencere¬lere takılmış olan tunç parmaklıklar gerçekten övgüye değerdi. Mezarlığın kapısı tahtadandı ve sonradan takılmıştı. Eski kapısı¬nın, zamana karşı direnemediği anlaşılıyordu.

Bu mezarlık, sadece hatıra ve ölülerin gömüldüğü bir yer de¬ğil, aynı zamanda birçok değerli eserin bulunduğu bir hazineydi. Pencerelerden görüldüğü kadarıyla, mezar taşlannda, eski hattat¬larımızın kalemlerinden çıkmış bir sürü yazı vardı.
Bu yazıların, şiir ve edebiyat bakımından da önem taşıdığına hükmetmek mümkündü.
Mezar taşlarının tepesindeki kavuklar, külahlar, taçlar tarihî yönden incelenmeye değerdi. Uzun zamandan beri terkedilmiş olan bu mezarlık, esrarengiz bir güzelliğe sahipti. Adam boyunda otlar, sanki ölü kokusu yayan baldıranlar baharla birlikte me¬zarlığı kaplıyordu. Şimdilerde şehrin ortasında kalmış olan bu mezarlığın, vaktiyle şehrin kenarında olduğu kesindi. Sonraları şehrin büyümesiyle mezarlık ortada kalmıştı.

Ben hergün bu mezarlığın önünden geçiyor, her geçişimde bu¬rayı ziyaret etmek istiyordum. Fakat bizim gibi, değerli vakitleri¬nin bir kısmını geçim teminine, diğer kısmını zevk ve eğlenceye ayırmış olan gençlerin mezarlıklarla uğraşmaya hiç vakti olur mu?
İşte, ben de o zamanlar vaktini boş şeylerle uğraşarak geçiren bir gençtim. Söylediğim gibi, bu mezarlığın önünden hergün geç¬tiğim hâlde, duvarının düzgün ve sağlam oluşunu takdir etmek için yalnızca bir dakikamı feda edebilirdim.

İlk durumumla son durumum arasındaki zıtlığı anlatabilmek için, kendi hakkımda birkaç kelime sarfetmem gerekiyor:
Dinine bağlı ve çok iyi bir annenin tam bir titizliği içinde ge¬çen çocukluğum bende sarsılmaz bir din duygusu ve yıkılmaz bir ahlâk anlayışı oluşturmuştu. İyi bir öğrenim gördüm. Son derece zeki olduğumdan, bilgi noktasında, arkadaşlarımdan üstün du¬rumdaydım. Pek çok genç gibi, okuldan çıkar çıkmaz kitapları bir köşeye atmak yerine, bilgimi artırmaya çalışırdım. Az çok, her konuda fikir sahibi olmuştum. Arkadaşlarım gibi dinî ilimlerden yüz çevirmeyip, zahirî ve batını konularda bilgi sahibi oldum. İş¬te bu bilgi yığınının altında birgün kalbimin durumunu inceledi¬ğim zaman, acayip bir karmaşa içinde olduğunu hayretle gör¬düm. Küfür ile iman, inkâr ile ikrar, tasdik ile şüphe arasında bir durumdaydım. Kalbimle inkâr ettiğimi aklımla, aklımla inkâr et¬tiğimi kalbimle kabul ediyordum.


Kısacası, şüphe denilen ejdarha tüm bedenimi sarmıştı. Bir fikri ne kadar sağlam temeller üzerine kurarsam kurayım, şüphe ejderhası bir dokunuşta onu yerle bir ediyordu. Bari tam bir in¬kârla sabit bir noktada kalabilseydim. Ama ne gezer, inkâr başka şey, şüphe başka şey. Şüphe ejderhası doğru olan her fikrin düş¬manıydı, ikrar olsun, inkâr olsun, kesin olan hiçbir şeyi kabul et¬miyordu. Hayattaki sahneleri fikrin dış âleme bir yansıması olarak kabul edersek, ne müthiş bir azapta, ne dayanılmaz bir ateş¬te kaldığım anlaşılır.
Herkes için normal olan şeyler bana başka türlü görünüyor¬du. Bu yüzden aşkta da, parada da şanssızdım. İnsanlardan kaçan biri olmuştum.

Bu dayanılmaz durumdayken, birazcık rahatı, sarhoş olup kendimden geçmekte buluyordum. Sürekli içki içmekten bede¬nim mahvolmak üzereydi. Birgün bütün manevî gücümü kulla¬narak kendimi bu sersemlikten kurtardım. Şüphe ejderhasını öl¬dürecek delilleri ele geçirmek ümidiyle araştırma ve inceleme yapmaya koyuldum. Yeniden, batını ilimlerle meşgul olan meş¬hur kimselere başvurmaya başladım. Aralannda çok erdemli in¬sanlara rastladım. Ne çare ki onların sahip olduğu ilimler bence, ilkel insanlann uydurduğu efsanelerden başka birşey değildi. İçi¬ne düştüğüm çıkmazdan kurtulmak için, bütün delillerimi çürü¬tecek, var olduğu iddia edilen gerçekleri bana apaçık gösterecek biri gerekliydi. Böyle birisine rastlamadım.

(...) şehrinde Batı ilimleriyle uğraşan iki cemiyet vardı. Bun¬lardan biri İspirit Cemiyeti'ydi. Ruh çağırma ve buna benzer ka¬rışık kuruşuk işlerden tutun da, masa çevirmek gibi eğlencelere kadar, herşeyle uğraşıyorlardı. İleri gelenleriyle görüştüm. Ru¬hun varlığına tam olarak inanıyorlardı. Fakat ileri sürdükleri de¬liller bence, hayalgücünün bir oyunundan ibaretti. Sonra, man-yetizmle uğraşan bir cemiyetle dostluk kurdum. Lâkin bunlar ba¬na ne verebilirdi, kocaman bir hiçten başka. İnsan dünya malına sahip oldukça birtakım gizil güçlere de sahip olmak ister. İşte o kadar. Bu güçlerin.gizil olmasının bence hiçbir önemi yoktu. Ben bunlann üstünde şeyler arıyordum.

Dört sene devam eden bu ikinci çalışma döneminde de hiçbir-şey kazanmamamın yanı sıra, öğrendiğim herşey şüphe ejderha¬sına besin olduğu için bir kere daha tepetaklak oldum. Bu defa cehenneme düşmüştüm. Zavallı beynimin içi harp alanı gibiydi. Birbirine zıt fikir dalgaları hiç durmadan birbiriyle çarpışarak ka¬famı gürültüyle dolduruyordu. Zihnî faaliyetim hayret edilecek bir durumdaydı. Teselliyi sarhoş olup kendimden geçmede ara¬dım. En uçarı ve çapkın kişilerin elebaşısı oldum. Âlem yapmak beni kendimden geçiriyor ve bir bakıma mutlu ediyordu. İçi¬yor... içiyordum.

Arkadaşlarımı uçan ve çapkın olarak nitelememe bakıp da onların berbat insanlar olduklarını zannetmeyin. Bilakis onlar tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Fakat eğlenceye düşkün¬düler ve zevk perisinin yolundaydılar. Bu da hâlet-i ruhiyelerinin neticesiydi. Zira umursamazlık yolunu tutmuşlardı. Bunların bir kısmı, üzerinde ihtisas yaptıkları ilimle meşgul olur, adına felse¬fe denilen varlık bilmecesiyle uğraşmazdı. Diğer kısmı ise, dinle alâkası olmayan, din ve felsefeye efsane artığı şeyler gözüyle ba¬kan kimselerdi. Tuhaf ama ben bunlara özenirdim. Gerçekten çok tuhaf!..



Bir kısmı ise, Ramazan kandillerini gördüğü zaman müslü-man olduğunu hatırlardı. Kandiller yandığı zaman ellerine tespi¬hi alıp, cami cami dolaşır, hiçbir şey anlamamalarına rağmen Kuran-ı Kerim ve vaaz dinlerlerdi. İkindi vakti uyanmak şartıyla oruç bile tutarlardı. Oruç tuttuğu hâlde namaz kılmaya gerek görmeyenleri de vardı. Uzun bir namaz olan teravihe hiçbiri ya¬naşmazdı. Ramazan bitti mi, bunların dinî duygusu da "elveda!" diyerek yoluna giderdi. Mevsimlik elbise giymeye benzeyen bu çeşit dindarlığa ben her zaman hayret ederdim.
Güzel bir bahar günü, arkadaşlardan birkaçı, kırda âlem yap¬ma fikrini ortaya attı. Uzun bir müzakerenin sonunda, güzelliğiy¬le meşhur (...) kasabasına gitmeye ve orada üç gün âlem yapma¬ya karar verdik. Bu kasaba ile şehir merkezi arasında tren çalışı¬yordu. Orada bulamayacağımız şeyleri yanımıza aldıktan sonra trene bindik.

(...) şehrinin civarlan huzur vericidir. Hele trenin geçtiği yer¬ler gerçekten insanı mest eder. Tabiatın görülmeye değer manza¬raları arkadaşlarımı acayip neşelendirmişti. Oysa ben büyük bir hüzne düşmüştüm. Sürerlik ve kalıcılık olmadıktan sonra, eşi ve benzeri bulunmayan bir güzellik ne işe yarar.
Bu güzellikleri gören nadir insanlardan biri olmama rağmen "insan ebedî mi?" diye soruyordum kendime. Adına dünya dedi¬ğimiz bu durağı, derin bir üzüntüye kapılmadan seyretmek aca¬ba mümkün mü? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Saf bir inancın çok güzel cevapladığı bu soruya akıl ve fen cevap vere¬miyordu. Tabiata bir kere daha baktım. Bu seferki bakışımda, eş¬siz güzellikler kayboldu. Işık söndü. Her taraf karanlığa boğuldu. Sanki hakikat olanca dehşetiyle görünüverdi gözüme o an.

İnsanın gözlerini kamaştıran çimenlerin yeşil rengi yalnızca bir ışık oyunu... Mini mini kuşların cıvıltısı yalnızca bir hava tit¬reşimi. .. Âlemleri kaplayan bu ışık yalnızca herşeye nüfuz eden bir dalgalanma... Kısacası herşey bir zorunluluğun, bir kanunun esiri. O an karşımda sanki Budha Gotoma belirdi. Hazin bir te¬bessümle ve sararmış çehresiyle bana Hiç! Hiç! Hiç!" diyordu.
Çok fazla derinlere daldığımı farkeden bir arkadaş:
-Yine neyin var? dedi.
-Hiç, dedim.
Bu "hiç" yalnızca o andaki hâlimi açıklamak için söylenmişti. Ağzımdan çıkan bu "hiç" kelimesi aslında kâinatı tarif ediyordu.
Sessiz ve üzgün hâlimden rahatsız olan arkadaşlar bana çıkış¬maya başladılar. Malûmdur ki eğlenceye giden birinin, cenaze alaymdakilere özgü üzüntülü bir manzara sergilemesi çekilir bir-şey değildir. Çünkü üzüntü, sevinçten daha bulaşıcıdır.



Arkadaşlardan biri: "İlâcı unuttuk" dedi ve külah biçiminde¬ki kadehimi doldurdu. Bu kadeh beş defa dolup boşaldıktan son¬ra keyfim yerine geldi. Dünyada benden daha neşeli biri yoktu artık. Yolculuğumuz büyük bir neşe içinde geçti. İkindi suların¬da (...) kasabasına vardık. Bu kasaba gördüğüm yerler içinde en güzel olanıdır. Bu mini minnacık yerden o kadar hoşlanmışımdır ki imkânım olsa orada otururdum. Kasabadaki evler birbirinden hayli uzaktır ve herbiri üçbeş dönüm büyüklüğündeki bahçele¬rin içindedir. Her evin bahçesinde bir sürü ark vardır. Hatta bazı sokaklarında kocaman arklar vardır. Bahçeler meyveli ağaçlarla doludur. Bu kasabada bir sürü gül yetişir. Pek çok bülbül vardır. Hasılı (...) kasabası yeryüzünün cennetlerinden biridir.
Kasabaya vardığımızda, daha önceden birkaç kere misafiri ol¬duğumuz bir zat tarafından karşılandık. O geceyi dostumuzun evinde geçirdik. Ertesi sabah "Subaşı" denilen yere gittik. Sayısız kaynaklardan çıkarak doğal bir havuzda birleştikten sonra sayı¬sız kollara ayrılan suların şırıltısı güzel bir şarkı gibi kulakları ok¬şuyordu. En güzel yeri seçmiştik.
Yalnız o yerde bizden önce gelmiş iki kişi vardı. Onlan gördü¬ğümüz zaman ağızlarımızdan çıkan sözler sanırım bu kişiler hak¬kında bir fikir verebilir: "İki serseri, iki dilenci, iki sarhoş, iki derviş."
Gerçekten pejmürde giyimli olan bu iki adam, sanırım, bu sı¬fatların hepsini hak etmişti. Biz de oturduk. Pejmürdeler bize zerre kadar önem vermediler. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Sanki biz hayal türünden birşeymişiz gibi, bu iki devletlinin bir ba¬kışına bile hedef olmadık. Hatta arkadaşlardan birinin: "Es-Selâmü Aleyküm"ü bile havaya gitti. Sonra, arkadaşlardan herbiri birşeyle meşgul olmaya başladı. Kimi yemek pişirmekle, kimi meze hazır¬lamakla uğraşıyordu. Ben de hasırlının (içkinin) başına geçerek beynimi uyuşturmaya karar verdim.
Tesadüf bu ya, pejmürdelerin yanına düşmüştüm. Onlar ken¬di aralarında konuşuyorlardı. Ben de konuşulanlara kulak misa¬firi oluyordum. Elli yaşlarında olanı konuşuyor, daha genç olanı dinliyordu. Bunların konuştuklarını işitince, ilk önce deli olduk¬larına hükmettim. Gerçekten deliydiler. Yalnız delilerin "mec¬zup" denilen cinsinden... İşin garip tarafı, bu iki pejmürdenin konuştuğu konular, beni öteden beri meşgul eden konulardı. Yaşlı deli, genç deliye şöyle diyordu:
-Bu âlemde olan herşey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı. Ben "hep"im ya da "hiç"im. Ben "hiç"im ya da "hep"im. Zaten "hiç" ve "hep" aynıdır, tek şeydir. Fakat cahil insanlar aynı şeyi iki farklı isimle anıyorlar.
Konuşmanın gerisini varın siz tahmin edin. Hayret içinde kal¬dım. İstemeden söze karıştım:
-Çok tuhaf! "Var" ile "yok" eşit olur mu? Meselâ, ben şimdi "var"ım. Fakat yarın "yok" olacağım. Bu iki durum arasında fark yok mu? dedim.
Deli başını çevirdi ve kahkahayı patlattı:
-Vay! Sen "var"sın ha! Acaba "var" mısın? dedi.
Bu soruyu kendime pek çok defa sormuştum. Bu soru sığ bir bakış açısıyla ele alındığında anlamsız ve dalga geçilmeyi hak et¬miş bir bir soru olarak görünebilir. Fakat böyle değildir. Eğer "var" isem niçin "yok" olacağım? Yok olmayacaksam, ruhum ebediyyen mi kalacak?..
İşte, şüphe ejderhasının şaha kalktığı kısım, denklemin bu son kısmıydı. Ruhum ebedî kalacak mı? Ruh nedir? Bizzat ken¬disi, hissetme kabiliyetine sahip midir? Hüviyetini bilebilir mi? Eğer ruh diye birşey varsa, bedenden ayrıldığında nasıl bir du¬rumda bulunacak?
İşte, cevapsız bir sürü soru... Deli ilâve etti:
-Yalnızca ben "var"ım.,Çünkü "hiç"im ve "yok"um. Varlığım mutlaktır. Yokluk, bağımlı olan için vardır. Mutlak "varlık" tır, "var"dır.
Bunlan söyledikten sonra deli sustu. Sorduğum hiçbir soruya cevap alamadım. Sonunda sorularımdan bıktı. Arkadaşına: "Hay¬di gidelim. Bu hayvan, bizi, zevkimizden alıkoydu" dedi. Kalkıp gittiler. Ne acayip bir durum: Çok iyi öğrenim gördüğünü iddia eden bir insana, pejmürde bir deli "hayvan" diyordu.
(...) kasabasında üç gün kaldık. Bu üç günü, arkadaşların şi¬kâyet ve ısrarlarına rağmen hiç konuşmadan ve kendimden geç¬miş bir hâlde geçirdim. Trene bindiğimiz zaman, arkadaşlardan biri bana birşeyler söylüyordu. Ben ise onun sözlerini hiç önem¬semeyerek, kendimle söyleşiyordum. Bir ara ona, elimde olmaya¬rak: "Acaba, ben var mıyım?" dedim. Kahkahayı bastı.
-Rakı yetiştirin. Raci çıldırmak üzere, dedi.
Oradan döndükten iki gün sonra kahveye gitmek üzere yola çıktım. Mezarlığın önünden geçiyordum. Her zamankinin aksine kapısı açıktı. Bû fırsattan yararlanmak için içimde büyük bir istek duydum ve mezarlığa girdim. Birkaç yüz yaşındaki kocaman ağaçların gölgesinde yürümeye ve terkedilmiş kabirlerde biten, ölü kokusu yayan iri iri otları çiğnemeye başladım.
Mezarlığın ortasında, dairevî bir şekilde dikilmiş birtakım ağaçlar dikkatimi çekti. Biraz oturmak için o yöne doğru yürü¬düm. Bu ağaçlar, büyük bir aileye ayrılmış mezarların çevresinde bulunuyordu. O sırada ağacın birine dayandırılmış, yarısı hasır¬dan, yarısı tahta parçalarından yapılmış bir kulübe gözüme ilişti. Kimse yok zannettim. Tam kapısını açacağım sırada, içinden, es¬ki püskü şeyler giymiş biri çıktı.
Elli yaşlarında olan bu adamın başında yeşil bir takke vardı. Bu takke, kırk elli kadar ayna parçası yapıştınlarak süslenmişti. Birçok kumaş parçası yapıştırılmış, gökkuşağını andıran yırtık cübbesinde de ayna ve teneke parçaları bulunuyordu. Öyle bir durumdaydı ki, bu adamı görüp de, gülmemek mümkün değildi. Fakat üzerime çevirdiği bakışında, öyle hoş bir yumuşaklık ve al¬çakgönüllülük, çehresinde öyle hazin bir donukluk vardı ki, hâ¬line gülmediğim gibi ona doğru bir adım bile attım. Kıyafetiyle tam bir tezat teşkil eden bir ciddiyetle, yavaş ve hoş bir sesle:

"Aşkın" anlamı üzerine güzel bir hikaye.....


İstanbul’da çok güzel bir cami vardır; Beyazıd Camii. Bu cami ilk yapıldığı
zamanlardan itibaren cemaatinde şeyhler ve dervişler hiçbir zaman eksik
olmamıştır.
Bizim yolumuzun mürşidlerinden olan Cemal-i Halveti(k.a) hazretleri bu camiinin
Açılma merasimine teşrif etmesi için padişah tarafından davet edilmiş. İstanbul’un
Uleması, saray eşrafı ve padişah da oradaymış. Osmanlı hanedanının kaymak
Tabakası o gün orada bir araya gelmişler.
Cemal-i Halveti Hazretleri bu okumuş ve alim topluluğun önünde vaaz etmek
İçin kürsüye çıkınca kendini bilmezin biri ayağa fırlamış ve “ Şeyh Efendi,
Eşeğimi kaybettim,bütün İstanbul haklıda bugün burada, bir himmet edin de şu
Kalabalığa sorun bakalım eşeğimi gören varmıymış?” diye bağırıp edepsizlik etmiş.
Şeyh Efendi de “tamam ,otur,eşeğini bulacağım.” demiş ve kalabalığa dönüp
“Aranızda aşkın ne olduğunu bilmeyen veya daha önce aşkı herhangi bir şekilde
tatmamış olanınız var mı?” diye sormuş. İlk başta kimse kıpırdamamış,fakat en
sonunda teker teker üç kişi ayağa kalkmış. Ayağa ilk kalkan adam “Evet,doğru,
aşkın ne olduğunu gerçekten bilmiyorum,aşkı hiç tatmadım.Birinden hoşlanmak
nasıl olur,onu bile bilmiyorum.” Demiş, diğer iki kişi de başlarıyla onu onaylamışlar.
Bunun üzerine şeyh,eşeğini kaybeden adama dönerek “Bak” demiş,”Sen bir tane eşek
Kaybetmiştin ,ben sana üç tane buldum!!”

Bir eşek bile taze yeşil otu sever. İnsanlar gerçekten sevmeyi öğrendiklerinde
Ve gerçek aşkı bulma yolunda ilerlediklerinde mertebeleri meleklerinkinden daha
Yukarı çıkar. Fakat aşkın ne olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoksa mertebemiz,
Eşeklerinkinden daha da aşağı demektir……



prof.dr.robert frager /aşktır asıl şarap/sayfa:45

Mürşidler aşkın sakisi
dervişler de kadehdir.
Aşk ise asıl şaraptır.


Aşktır asıl şarap, muzaffer ozak hoca'nın
Batılı kalpte keşfettiği allah'ı bulma arzusuna
cömertlikle verdiği cevaptır.Ozak ın amerikada
çeşitli zamanlrda yapmış olduğu sohbetler,
onun vasıtasıyla İslam la tanışan
prof.dr. robert frager tarafından derlenmiş
ve kitap haline getirilmiştir.
kitapta zevkle okuyacağınız birbirinden ilginç
konular ve bu konuların daha iyi anlaşılmasını
sağlayacak hikayeler ve menkıbeler bulacaksınız ..
_________________

Vefâ her kimseden kim istedim ondan cefâ gördüm
Kimi kim bî-vefâ dünyâda gördüm bî-vefâ gördüm


Kırkambar..




Bilgeye sormuşlar, dünya da en güzel şey nedir diye?

“Sevmek” demiş...
Peki sonra? demişler...
“Sevilmek” demiş...
Peki neden sevmek sevilmekten önce geliyor, demişler...
Bilge de; “insan sevdiğine sevildiğinden daha çok emindir...” demiş.
Peki, tasavvufi açıdan ya da mürid-mürşid ilişkisi açısından bakarsak; acaba sevmek mi daha güzeldir? Yoksa sevilmek mi?.... Yani müridin mürşidini sevmesi mi daha güzeldir, yoksa mürşidin müridini sevmesi mi?...
Ne dersiniz dostlar ?....

***
Merak ettiğim bir konu var: Tasavvufta aşk sevmeyle mi başlar? Yani önce seversiniz, sevginiz yoğunlaşır, yoğunlaşır; ve o dereceye gelir ki, kulvar değiştirerek aşka dönüşür. Ve yoluna aşk olarak devam eder. Böyle midir?... Yoksa aşk; zaten başlı başına ayrı bir kategori olarak; toprağa atılan bir tohum gibi, doğar, büyür, gelişir ve kemale mi erer? Başka bir deyişle aşk; tohumdan kemale erinceye kadar, başından beri hep aşk mıdır?

***
Tasavvufta şöyle bir ilkeden söz edilir: İhlas teslimiyeti, teslimiyet de muhabbeti doğurur.
Ama sanki tam tersi bir durum geçerli gibi. Yani, işitilen bir söz, bir musiki yada okunan bir cümle veya başka bir etki dolayısıyla insanda ani olarak kuvvetli bir muhabbet ya da coşku ortaya çıkabiliyor. İşte böyle muhabbetli olunca da, daha bir teslim ve daha bir ihlaslı olunuyor sanki.

Güzel bir insan; “bakış”ı ya da “nazarı” da unutmamak gerektiğini söyledi. Çok haklıydı. Doğrusu "bakış"ı ya da "nazar"ı belki en başta söylemek gerekirdi…
Bu bakış ya da nazar olayı gerçekten çok ilginç, sırlardan bir sır....
Hepimiz biliriz: "Bir bakış bir bakışa neler anlatır; bir bakış bir bakışı senelerce ağlatır" sözünü…. Bir zamanlar gençlik döneminin, özellikle de hatıra defterlerinin demirbaş sözü idi.

Mecazi aşklar ya da sevgiler için söylenmiş olsa da, çok daha fazla ilahi aşka yakışan bir söz olarak görüyorum.
Yavuz Sultan Selimin, hatırladığım ve çok beğendiğim bir sözü var:

"Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek"

Gerçi sizlere açıklamaya gerek yok ama; bugünün deyişiyle; "Aslanlar yok edici gücüm karşısında titrerken; felek beni bir ceylan gözlü karşısında aciz bıraktı ya da beni bir ceylan gözlüye esir etti."

Hani Sina çölünü Peygamber Aleyhisselamın rehberliğinde geçtiği söylenen; aynı şekilde Peygamber Aleyhisselamın bizzat emriyle tebdili kıyafet İstanbul içerisinde operasyona gönderildiği rivayet edilen Yavuz Selim’in, kimse alınmasın ama bu sözleri mecazi bir aşka istinaden söylediğini pek düşünemiyorum. Olsa olsa, ancak “nuru ayn” olan ekmel bir şahsiyet için söylemiş olabilir. Kanaatim budur, yanılıyorsam düzeltiniz lütfen….

Nuru ayn olan ve Allah'ın murad ettiği "mükemmel insanların" bakışı, belki daha doğru ifadeyle nazarı, kanaatimce kalplerde nükleer bir patlama etkisi yapıyor; bu patlamada da nükleer patlamada olduğu gibi ses var, ısı var, ışık var; ancak, bu nükleer patlama kalplerde yalnızca yok edilmesi gereken şeyleri yok ediyor…. Fark burada belki….

Aslına rucu etmiş bir kalp düşünün.... Temeli sağlam atılmış bir bina gibi.... Elbette devamı çok daha kolay geliyor...

Belki de İHLAS-TESLİMİYET-MUHABBET’i üç kapılı bir üçgen gibi düşünmek gerekir. Kimi insan ihlas kapısından içeri girer, teslimiyet ve muhabbet ardınca gelir. Kimisi de muhabbet kapısından ya da teslimiyet kapısından girer de, diğerleri ardı sıra gelir. Ancak, gerçeği yaşayanlar bilir demek en doğrusu galiba…. Ve tabii ki, elbette

ALLAHÜ A'LEM Bİ-S-SAVAB…..

AŞKINIZ CEMAL, CEMALİNİZ NUR VE NURUNUZ AYN OLSUN !

Ahmet Levent

Mevlevilikte Sofra Adabı

Mevlevi dergâhlarında mutfağa girmenin muayyen bir adabı vardı. Matbaha ancak mühim bir iş için girilirdi. Kapının dışına sessizce yanaşılır, tokmağına hafifçe vurulur baş kesilerek içeri girilirdi. Şayet kapı açıksa hemen girilmez, “destur hu erenler” denirdi. Kapıya çıkan kişiye yavaşça istek belirtir, nöbetçi dedenin izni olmadan içeri girilmezdi. Girince hemen iş görülür, kapıdan geri geri baş kesilerek çıkılırdı.

Matbah-ı şerif içindeki davranış adabı şöyle anlatılabilir:

Matbahta her hareket besmele ile başlar, hamd ile biterdi. Yemeğin ateşe verilmesi, tuz ve biberin konması, pişince tencerenin kapağının açılması, sahana konup ufak ara pencereden somat-ı şerife verilmesi, boşalan sahanın yerden alınmasına hep besmele ile ve gülbang ile başlardı.

Somat denen yemek yenen kısımda canların hizmet adabı şöyleydi:

Somat-ı şerifte biri saat 11 de, diğeri akşam namazından hemen sonra olmak üzere, bir günde iki öğün yemek yenirdi. En kıdemli can kapının önüne çıkar, “lokmaya sala (buyurun)” diye üç kere seslendikten sonra “huuu” diyerek yemek davetini tamamlar, elleri önünde bağlı halde ihvanın içeride toplanmasını beklerdi. Her geçene baş keserdi. İçeride on-on iki kişilik yuvarlak yerden yarım metre yükseklikte masalar bulunurdu. Yerde hası üzerine oturulurdu. Her oturanın önünde üç dilim ekmek, bir tutam tuz ve sofranın ortasına sol tarafa saat 10 u gösteren yelkovan gibi ters bir kaşık dururdu.

Yemek, hizmet eden canlar tarafından masanın ortasına konurdu. Besmelenin sofradaki en kıdemli kişi tarafından söylenmesi yemeğe başlama işaretiydi. Yemeğe sağ elin şahadet parmağına bulaşan tuzla başlanır yine tuzla yemek bitirilirdi.

Sofrada ihtiyaç bakışla ifade edilirdi. Yemek bir kaptan yenir, hiç konuşulmazdı. Birisi su istese bakışıyla ayaktaki hizmet canına bildirirdi. Bardağı alıp onunla evvela görüşür sonra besmeleyle üç seferde suyunu içerdi. Suyu içen kimse tekrar bardağın yan tarafını öper yani görüşür geri verirdi. Hizmet canı da aynı şekilde bardakla görüşür kenara çekilirdi.

Mevleviler sofrada çorba içerken kaşığın sadece sağ yarısını çorba içine daldırmaya dikkat ederlerdi. Dolu kaşık ağza götürülürken sadece sol tarafı dudağa değerdi. Böylece kaşığın ağza değen kısmı çorbaya girmemiş olurdu. Bu davranışın hijyenik bakımdan değerini anlatmaya gerek var mı?

Yemek sırasında sofradakilerden birisi su içse herkes kaşığı bırakır o canın suyunu bitirmesini beklerdi. Böylece su içene nazaran diğerleri ondan bir lokma bile fazla yememiş olurdu.

Doyan kişi sofradan kendi başına kalkmazdı. Kaşığını eski haline getirip beklerdi. Kaşık sesleri azalıp sofrada durgunluk başlayınca ikinci kıdemlinin “bismillah eyvallah” sesi duyulurdu. Bu sesle, yemeğe devam etmek isteyenler bile kaşığı eski haline getirir, parmak uçlarını sofranın kenarına dayar ve başlarını öne eğerek otururdu. Bu sırada canlar da ellerinde ne varsa bırakırdı. Kolları çapraz bağlı, ayakları mühürlü, başları kalbe eğik dururlardı. Somata o sırada bir sessizlik hâkim olur, duaya başlanırdı. Dua, Hz. Mevlana’nın Divan-ı kebir’inden bir beyitle başlardı. “yola düşmüş sufileriz biz, Allah’ın nimetlerini yiyenleriz biz. Yarabbi, bu kâseyi, bu sofrayı ebedi kıl…” bundan sonra hep beraber bir Fatiha, ardından bir hamd gülbangı okunurdu.

Duadan sonra isteyen sofradan kalkar, masadaki ihvanına baş keserdi. Somat boşalınca canlar sahanları toplar, bulaşıkçı cana teslim ederlerdi. Bundan sonra sofraları siler, yerler süpürülür ve somatan ayrılırlardı.

"Mevlevilikte Sema Eğitimi"

Aşk olsun!!


Okuduğum latif bir yazıdan anlaşıldığına göre Tasavvufta şöyle güzel bir adet varmış:

Dervişin biri, yine bir dervişler topluluğu içerisine gelip, selam vererek oturduktan sonra, topluluk gelen dervişe
"Merhaba!!" yerine "Aşk olsun!!" dermiş...
Derviş de "Aşkınız cemal olsun efendim!!" diye mukabele edermiş...
Bu sefer topluluk "Cemaliniz nur olsun!!" dediğinde,
derviş "Nurunuz ayn olsun!!" dermiş ve böylece selamlaşma bitermiş....

Tasavvufta aşk o derece içselleştirilmiş, o derece özümsenmiş ki....
Selamlaşma bile aşk üzerine kurulmuş...
Tasavvufta bütün diyalogların böyle kalbi incelikler içerisinde cereyan etmesi ne kadar hoş değil mi?....

Bir de günümüzdeki selamlaşma diyaloglarını düşünün....

" - Nabers lan !!"

" - Selam moruk !!"

Tasavvuftaki aşk anlayışı, elbette "televole aşkı" türünde bir aşk anlayışı değildir...
Günümüzde, bir çok temel kavramda olduğu gibi "aşk" kavramı da "kavram kargaşası" içerisine sokularak, gerçek anlamından kopartılmış ve çok daha farklı anlamlarda kullanılır olmuştur.... Artık yaşanan bazı edepsizliklerin bile "aşk" olarak nitelendirildiği hepimizin malumudur....

Yine bahse konu yazıda; Tasavvufta "Aşk nedir" diye sorulsa, "Aşk, Maşukun rızasıdır" cevabının alınacağı kayıtlıdır.... Kanaatimce "aşk", en kısa ve öz olarak ancak bu şekilde tanımlanabilirdi...
Maşuk ise, hakiki aşkta elbette 'tır...

Düşünceler davranışları, davranışlar da düşünceleri etkiliyorsa; ve insan... ki onun ruhi, fikri ve hatta bedeni yapısı böyle bir etkileşim sonucu şekilleniyorsa; Tasavvufun, hayatın her bir anını hiçbir boşluk bırakmadan neden çepeçevre kuşattığını çok daha iyi anlıyorsunuz.... Velev ki, bu bir selamlaşma anı olsa bile.... Boşluğa asla izin yok.... Size atılan "irtibatı koparmayalım" formatı dolayısıyla, siz artık bir pergelsiniz.... Bir ayağınız olması gereken noktada sabit, diğer ayağınız yetmiş iki milleti dolaşmakta.... Ama irtibatı koparmadan... Boşluk bırakmadan ....

Yukarıdaki selamlaşmada dikkatimi çeken en önemli husus, selamlaşmayı sona erdiren "Nurunuz ayn olsun" cümlesidir....



NURUNUZ AYN OLSUN ! ...



Belki bir kaç farklı anlamda açıklama yapmak mümkündür amma, benim kalbime gelen şudur: Aşkın yüz güzelliği olması ya da yüze yansıması temennisine, yüz güzelliğinin nur olması ve nihayet, nur ile görmek ya da bakışın nur olması temennisi dile getirilmektedir. İşte tam bu noktada hemen, Peygamber Aleyhisselamın " Müminin ferasetinden sakınınız; şüphesiz o,Allah 'ın nuruyla bakar." şeklindeki sözlerini hatırlamamak mümkün değildir....


Hepinizi 'ın selamıyla selamlıyor ve diyorum ki:

AŞK OLSUN !....




Dr.Ahmet Levent

Üç üzüm tanesi



İstanbul'un Topkapı semtinde, surların dışında Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Camii diye bilinen mimari şaheseri bir cami vardır. Çevreyolunda seyahat edenler Topkapı mezarlıkları hizasından geçerken ahşap eyvanlarını ve zarif minaresini görebilirler. Hendesi mükemmelliği ve duvarlarındaki çinileriyle bize XVI. yüzyıl Türk mimarisinin pırlanta bir örneğini gösteren camiin yapılışıyla ilgili bir hikaye anlatılır.

Arakiyeci İbrahim Ağa, Kapalı Çarşı esnafından olup takke yapıp satmakla geçinen dürüst, gözü tok, mütevazı bir insan imiş. Fakirlikten Topkapı dışında eski bir Bizans evinde oturur, her gün ta çarşıya kadar o yolu yaya gider gelirmiş. Bir gece rüyasına bir pir-i fani girip ona demiş ki:

- Evladım, var Bağdad'a git. Köprünün karşısındaki hurma Ağacına sarılmış olan asmada 3 üzüm tanesi kısmetin vardır; onları al, afiyetle ye.

İbrahim Ağa rüyaların sadık olduğu zaman tahakkuk edeceğini bilmekle beraber fazla da önemsenmeyeceğini düşünenlerdendir. Hani peygamberlerin yahut evliyaullahın rüyası tamam da, kendisi gibi sıradan bir adamın rüya görmüş olması ona pek bir anlam ifade etmez. Üstelik üç üzüm tanesi için aylarca yol meşakkati çekmek de pek öyle kolayca verilebilecek kararlardan değildir. Ancak İbrahim Ağa aynı rüyayı ertesi gece de görmesin mi?

- Hayırdır inşallah!

O gün işine gitmiş; ama aklı hep rüya ile meşgul. Nihayet üçüncü gün de aynı rüyayı görünce kimseye bir şey söylemeden, omuzda heybe, ayakta çarık, elde asa, ver elini Bağdad.

İbrahim Efendi haftalarca yol alır ve nihayet Dicle'nin gürül gürül akıp yeşerttiği Darüsselam'ın merkezi köprüsünün yakınına varır. Yakındaki aşçı dükkanına girip karnını doyururken bir yandan da bakışlarıyla köprünün çevresini incelemeye, asmaya sarılmış bir hurma ağacı aramaya başlar.

Hayret! Tam da rüyasında tarif edildiği gibi bir hurma fidanı köprünün karşı yakasında durmaktadır. Karnını doyurduktan sonra tatlı niyetine, rızkı olan üç üzüm tanesini yemek üzere asmanın yanına gelir. Ancak hangi salkımdan koparacağını bilemez. Sonra asmanın yanındaki peykeye oturup üzümleri incelemeye koyulur. Yaprakların arasında, yalnızca üç üzüm tanesi bulunan bir salkım gözüne ilişir. Ama biraz yüksekçe yerdedir. Yaklaşıp bir iki zıplarsa da eli yetişmez. O sırada yanına yaşlı bir adam gelir:

- Selamun aleykum Ağa, üzüm yiyeceksen işte salkımlar önünde. Böyle niye zıplıyorsun?

Takkeci İbrahim şaşırır. Öyle ya, buna ne cevap versin? Nihayet başından geçenleri bir bir anlatır. Adam dinledikçe gülmeye başlar ve nihayet,

- Be hey herif !... der, ne kadar da safmışsın. Ben de üç seneden beri buna benzer bir rüya görürüm, bana da İstanbul diyarında Topkapı dışında Topçular'da bir takkecinin kömürlüğünün altında üç küp altın var; git al derler de yine yerimden kıpırdamam. Sen ise üç üzüm tanesi için gelmişsin, ahmaklığın bu kadarına bravo doğrusu!

Bu sözleri duyan İbrahim Ağa bayılmamak için kendini zor tutar.
Çünkü adamın tarif ettiği yer İstanbul'da oturduğu ev; kömürlük de kendi kömürlüğüdür. Adama bir şey sezdirmemek için o üç üzüm tanesini yiyip derhal gerisin geri yola çıkar. İstanbul'a gelir ve kömürlüğünü kazar. Gerçekten de üç küp altın orada durmaktadır. Altınları alır ve pek çok hayır hasenattan gayri şimdi kendi adıyla anılan o şirin camiyi yaptırır.

Pervane'nin Aşkı..


Geceleri balkonda ışığın etrafını alan pervane böceklerini fark etmiş miydik hiç?
Ya onların aşk uğruna yaşadıklarını bilir miyiz? Yani pervanenin mum ışığıyla yaşadığı aşkın hikayesini...

Aşk bir farkına varış, bir idrak seviyesidir... 'Aşk odu önce ma'şuka, andan âşıka düşer.' derler, malum. Yani aşk ateşi önce sevilene ondan sonra sevene düşer. Önce sevilende bir ateş yanmalı ki pervane onun etrafında dönsün, pervane o ateşi görsün, sonra aşkının farkına varsın...

Pervane aşkını ispat edebilmek için gördüğü anda ışığı, etrafında dönmeye başlar. Bir cezbedir bu. Bu cezbenin gittikçe daralan bir çemberi vardır. Işığın etrafında döner, döndükçe biraz daha yakından dönmek ister. Işığı gördüğü anda aşkı ilmel yakin olarak tanıyan pervane, onu aynel yakin bilmek istediği için gittikçe mumun etrafındaki çemberi daraltıyor. Çember daraldıkça pervanenin aşkı artıyor, şevki artıyor, coşkusu artıyor. Coşkusu arttıkça da cesareti artıyor. Aşk cesaret işidir, neticede. Ve pervane cesaretle kanadını şöyle bir değdirir ateşe. İlk lezzettir işte o acı. Acı verir, yakar içini. Ama ona verdiği acı o kadar hoşuna gider ki, daha fazla dönmeye başlar. Acı ve lezzet... Birbirine zıt bu iki duygunun bir arada olması nasıl mümkün... İşte bu noktada, azabın ve acının lezzet olmasındaki sırrı yakalamak gerek.

Azap kelimesi azp kelimesinden türüyor. Azp lezzet demek. Azabın ne olduğunu buna göre ölçün ve düşünün. İşte kanadının ucunu bir defa yaktığı zaman pervane ilk azabı duyar; fakat öyle bir lezzettir ki o azap... Bu azap ve ondan alınan lezzet, insanı yavaş yavaş nefsinden sıyırıp vuslatı mümkün kılar. Bu sefer daha büyük bir cesaretle kendini ateşe atarcasına gider ışığı kucaklar.

Ve burada ateş pervaneyi yakar kavurur. Bir buğday tanesi gibi toparlayıp yere düşürür. Artık pervane 'hakkal yakin' biliyordur vuslatı. Bu fenadır. Bu canını verdiği noktadır. Mumun bundan haberi bile yoktur belki. Olmasına da gerek yoktur. Bu pervanenin aşkıdır çünkü. Aşkı uğruna can veren pervanenin aşkı. Ama öbür taraftan mum da yanar. Onun aşkı da, acısı da kendincedir. Önce can ipliğine bir ateş düşer ve yanmaya başlar mum... Sonra içindeki o yangını söndürmek için gözyaşı döker. Ateşi su söndürür çünkü. Ama mumun gözyaşları onun ateşine daha da bir güç verir, elemi arttıkça artar. Ve erir can ipi, sevgilinin yolunda yok olana dek...

-----İSKENDER PALA------

Aşk o ki..


İbrahim' in kalbindeki aşk ateşi Nemrut' un ateşine göre ser ve selametli idi.
Ya Musa'nın asası neydi? Aşk değil miydi?
Nefsin sihirbazlığının bütün hayallerini bir anda yutuvermiş..
Evet, nefs bilgiyi saptırabîlirdi. Ama nefs, aşkın karşısında bir hiçti.

Aşk hükümdardır. Herşey onun emrindedir.
"Bir şehre hükümdar girince orayı harap eder"

Eğer kalbimize aşk girerse nefsin tüm putlarını kırar, temizler.
ALLAH aşkın efendisidir; aşk da kainatın efendisi.

Allahca seven kalbe bütün dünya girse bile o kalbin haberi olmaz, o kalbe zarar gelmez Ama içinde Allah' a sevgi bulunmayan kalbe dünyanın bir zerresi girse o kalp boğulur, dünyaya mağlup olur.

Bir sultanın binlerce kölesi olur ve o memleket itaat sayesinde huzur ve sükunet bulur. Fakat sultansız bir ülkede iki köle dahi olsa orayı kargaşaya boğar.

Aşkı bulana dünya köle olur.
Aşksız olan kargaşanın kölesi olur.
Aşk herşeyi tek bir şeye bağlar.
Aşk, BİR' i görmek, BİR' istemektir.


-alıntı-

Yitik sevgili şems..

Künyemdeki ateş yazısı, ayrılık rüzgarlarıyla silinmede ...

İçimde gizleneni, alnımdaki ateş yazgısını bana okuyan ve bana sırrını öğreten ey gönlümün anahtarı pervane, Sen ateşimi yeniden yaktın, Sonra yaktığın ateşin sırrında ben de seninle yandım ve ateş payitahtımız oldu.

Oysa şimdi hased yağmuruna tutulduk gammaz Kafur’un ve kara bir rüzgarın iki yanına savrulduk.

Derler ki bulunca yitirmenin zamanı başlar, neden bulunur yitirilecek olan; sonsuzluktan uzanan yol neden kesilir birden?..

Artık ayrılık, meçhulün zindanı demektir, yittiğim kuyu, ağladığım ıssızlık; çaresizliğim, hiçliğim .. isimsizliğim .. demektir.

Ey en sevgili!
Kim duyar sesimi inlesem,
Kim siler gözyaşlarımı ağlasam,
Kim anlar acımı söylesem ,
Kim arar beni yitikliğimde, ey ateşime yanan pervane, senden başka kim bulabilir beni?
Yeniden ateşimi kim yakabilir ve etrafımda döne döne, ateşimle yana yana, senden başka kim bana bir yaşam armağan edebilir.

Ey nar’ıma yanan pervane! Ayrılık sezgilerinle gör beni.
Gör ne derin bir kuyuda yittim,
Ne karanlık bir zindanda söndüm.
Ne azaplı bir yazgıda yalnızım gör,
Ve daha evvel bulduğun gibi yeniden bul, yeniden tutuştur ateşimi.
Ve yeniden yak seninle beni, benimle seni.


-alıntı-
_________________

Saklarım sinemde aşkın nur-ı imanım gibi
Beslerim cismimde derdin cevher-i canım gibi

Sâmiha Ayverdi (oku)

Oku ! dedin



Ben, acemi fakat çalışkan bir talebe gibi onu kelime kelime hecelemeğe başladım.Dostlarım bun şahittir.Bir kır çiçeğinde ,bir çiğ tanesinde bir incecik su şırıltısında ,zevkte , tebessümde hep senin parmak izlerini görerek hızlı hızlı okuyor ve yanımdakilere söylüyordum.



Fakat bunlara , bu güzelliklere doymadan sahifelere karşımda dönüyor , bütün telaşıma rağmen ,zahmette , meşakkatte , göz yaşında ıztırapta gene senin dehana ve hünerine şahit oluyordum.İşte böylece de gece demiyor , gündüz demiyor , önüme ne gelirse okuyor , okuyordum.



Nihayet yorgunluğuma acımış mıydın, neydi? Karşıma gelip gene bana dedin ki:



-Kainat kitabını okumak uzun sürer ;kendi kitabını oku!...



Bu , o büyük kitabın hulasası idi ;onda da güzelliklerden , çirkinliklerden, zevklerden ve acılardan izler, eserler , görünüşler vardı.Belki hakikaten bu , ötekinden küçüktü;ancak kainat kitabına sığmayan büyüklükler buna sığmıştı.



Şaşırmıştım.Ben bunu , bu karmakarışık ,sökülmez ezberlenmez çetin kitabı nasıl okurum, diye düşünürken , bir kere daha karşıma geldin ve:



-Kendi kitabını okumak uzun sürer ,beni oku!dedin



-Sen mi , devletlim? Acaba bu cihanda seni okumuş kim vardır ki ben bu bahtiyarlar arasında sayılayım?Benden bir olmazı istemekle , beyhûde didinip tebâh olduğumu mu istiyorsun?diye haykırdım ..





Ozaman tekrar yanıma geldin,Hayır , hayır ...yanıma gelmek de ne demek?Gözüm oldun ,dilim oldun , tenimdeki canım oldun ve bunları , benim yerime kendin okudun...







Sâmiha Ayverdi

kırkıncı kapı




Bîgâne-i mahabbetün olmaz gam-âşinâ
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşina

Beytin anlamı ilk okunuşa göre “Ey derdinin yarasını merheme âşina etmeyen (yaraya merhem sürmeyen) sevgili; gama âşina olan biri, elbette aşkının yabancısı değildir.”şeklinde, ikinci okuyuşa göre de bunun tam tersi sayılan“Ey derdinin yarasını merheme âşina etmeyen sevgili; aşkının yabancısı olan biri, gamın ne olduğunu biliyor sayılmaz.” şeklinde anlaşılır. Nailî, ikinci dizeye de aynı biçimde bir çift anlamlılık vermiştir: “Ey derdinin yarası merhem ile tedavi edilemeyen sevgili...” ve “Ey derdinin dağlama yarasını merhem diye âşıkına sunmayan sevgili...”

Birinci durumda sevgilinin açtığı yara mücerred (soyut) olduğu için (gönül yarası), maddi bir ilaç sayılan ve yaraya üstten sürülerek veya oğuşturularak tatbik edilen merhemin ona çare olmayacağı; ikinci durumda ise âşıkın derdinin devası olarak yine sevgiliye ait derdi (gönül yarasına daha fazla aşk acısını) istemesi (yani az acıyı daha çok acı içinde boğma arzusu) söz konusudur. Hani Fuzuli’nin “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb” dediği veya “Dertleri zevk edindim...” diye başlayan şarkının güftesinde olduğu gibi.

Beyitte derdini veren ama dermanını vermeyen bir sevgiliden, yani aşkın manevi yarası olan gam ve acıya, maddi merhem bile vermeyen (kendini göstermeyen) sevgiliden söz edilmekte ve biraz sitem, biraz yakarış ortaya konulmaktadır. Bu durumda beyitte sözü edilen muhabbetin İlahî aşk, sevgilinin de Allah olduğu hemen anlaşılır. Sâlik veya kul (âşık), aşkından dolayı çektiği acı ve kederler ile olgunlaşacak, aşk içinde yolculuk yaptıkça dünyadan sovuyacak, masivayı terk edecek, gönlünü Sevgili’den gayrı her şeye kapatıp kendini temizleyecektir. Zaten gerçek aşk da, sevenin kendini Sevgili’ye adamasından öte nedir ki?!. Âşık her şeyiyle Sevgili’ye yönelecektir ki

Sevgili’nin ilgisini ve sevgisini kazansın. Öyle ki, gam çekmeye alışmamış birinin Sevgili’den iltifat umması abestir. Bunu tersinden söyleyelim; aşkı olmayanın derdi de olmaz. Sevgili’nin bîgâneliği ancak âşıkın âşinalığı içindir (tezat); yoksa Sevgili’nin âşıka ihtiyacı mı var!?..
Hele düşünün bakalım; Sevgili, her yalvarışınızda size istediğinizi hemen veriyor mu?!.. Vermeyişi sizi sevmediğinden mi, yoksa O’na olan sevginizi çoğaltmanız için mi?!.. Daha fazla yalvaran bir âşık olmak aşk işinde derece kat etmeye vesile midir!?..

İskender Pala Kırkıncı Kapı

Yarım kalan aşk..

Rasim, bir aksam okuldan döndüğü vakit, kendi ismine gelmiş bir zarf buldu. İçinde, çiçekli bir kağıt üstüne, şu satırlar yazılıydı:

"Rasim Bey, Ben sizi uzaktan uzağa seven bir genç kızım. Çok güzel olduğumu korkmadan söyleyebilirim. Dünyada en büyük emelim sizin tarafınızdan sevilmek ve sizin kariniz olmaktır. Fakat yaşlarımız çok küçük olduğu için zannederim ki birkaç sene beklemek gerekecek. Şimdilik kendimi size tanıtmayacağım. Mektuplarınızı ..... adresine taahhütlü olarak gönderiniz. Benim çok mutaassıp bir beybabam vardır ki, çok az sokağa çıkmama müsaade eder. Bununla birlikte belki bir gün ayaküstü görüşebiliriz. Kendimi şimdiden sevgiliniz ve nisanlınız saydığım için sizinle görüşmeyi fena ve ayıp bir şey saymıyorum. Evde yalnızlıktan çok canim sıkılıyor. Mektuplarınız benim için bir teselli olacaktır."

On altı yaşına gelmiş her okul çocuğu gibi, Rasim için de hayatta sevilip sevmekten daha önemli bir şey yoktu. Bu mektubu okur okumaz yüreğine bir ateş düştü. Tanımadığı bu kızı deli gibi sevmeye başladı. O gece sinemaya gidecekti, vazgeçti, erkenden odasına çekilerek kendisini seven bu genç kıza uzun bir mektup yazdı. Mektubu posta kutusuna attığı zaman birdenbire on yas büyümüş gibi gurur duyuyordu.

İsminin Bedia olduğunu söyleyen bu genç kız, Rasim'in mektuplarına düzenli olarak cevap veriyor, eğer bir iki gün geciktirecek olursa kıyametleri koparıyordu.

"Sizi ne kadar sevdiğini ve sizin mektuplarınızdan başka tesellisi olmadığını söyleyen bir zavallı kızın gözlerini yollarda bırakmak doğru olur mu? Hem mektuplarınızı çok kısa yazıyorsunuz. Bir rica daha: mektuplarınızı biraz okunaklı yazıyla yazamaz misiniz?"

Genç okullu, akşamları erkenden odasına kapanıyor, sevgilisine kendini beğendirmek için saatlerce müsveddeler yaparak, kitaplar gibi uzun mektuplar yazıyordu.

Bedia ayni zamanda meraklı bir kızdı. Bazen söyle sorular sorduğu da oluyordu:

"Evlendigimiz zaman balayımızı geçirmek için acaba İtalya'ya mi gidelim, İsveç'e mi? Bu iki memleket acaba nasıldır? Halkı nasıl yasar ne iş görür? Oralara gitmek için hangi denizlerden hangi memleketlerden geçilir?" Yahut da "Sen Abdülhak Hamit Bey'in Esber'ini okudun mu? Nerelerini en çok beğendiysen yaz da ben de okuyayım...
" Genç okullu, nişanlısına karşı küçük düşmemek için, coğrafya ve edebiyat kitapları karıştırıyor, onun istediği bilgiyi toplamak için günlerce çırpınıyordu.

Bedia bir mektubunda ona söyle darıldı: "Sizinle muhakkak görüşmeye karar vermiştim. Dün okul dönüşünde yolunuzu bekledim. Fakat bir genç kızın sevgilisi olduğunuzu hatırlamamış, çok fena giyinmiştiniz. Üstünüz başınız, ayakkabınız çamur içindeydi. Çocuk gibi arkadaşlarınızla mı boğuştunuz acaba? Bunu görünce sizi mahcup etmekten korkarak yanınıza gelemedim."

Rasim fena halde utandı ve üzüldü. O günden sonra olağanüstü dikkat ve özenle giyinmeye başladı. Bedia bir kere de onun okuldan çıkar çıkmaz eve gitmemesinden, geceye kadar sokakta dolaşmasından şikayet etmişti. Acaba kendisi evde onun için ağlarken, o, başka kızların pesinde mi geziyordu?

Rasim dünyada Bedia'sindan başka hiçbir kızı sevemeyeceğini yeminlerle yazdı ve sokakta dolaşmaya, tesadüf ettiği kızlara göz ucuyla bile bakmaya cesaret edemez oldu. Bir aksam, Rasim'in annesi Nedime Hanim kocası Ahmet Beyi matemli bir çehre ile karşıladı, ağlamaklı bir tavırla:

"Ah Bey,başımıza gelenleri sorma. Oğlumuza Bedia isminde bir kız musallat olmuş. Bugün Rasim'in odasını düzeltirken mektuplarını buldum. Evladımız elden gidiyor. Bir çare bul."

Ahmet Bey'de hiçbir meraklanma işareti görünmüyor, tersine kıs kıs gülüyordu. Sesini alçaltarak:

"Korkma Hanim," dedi, "oğlana aşk mektuplarını yazan kız benim! Oğlandaki haylazlık arttıkça artıyordu. Ne okuldaki öğretmenler, ne ben, bütün gayretimize rağmen, ona doğru dürüst yazmayı bile öğretemiyorduk. Nihayet düşüne düşüne bu çareyi buldum.

Rasim'in kıza yazdığı mektuplar sayesinde yeni yazıyı mutlaka öğreneceğinden ve bu sene sınıfı geçeceğinden eminim. Doğrusunu istersen, ben de eski yazıyı bir zamanlar sana mektup yaza yaza öğrenmiştim."

Pervane böcekleri...

Bir gece pervane böcekleri toplanıp bir mumu nasıl bulabileceklerini tartışırlar. İçlerinden biri “hepimiz birden gidip boşuna yorulmayalım. Birimiz bir mum bulsun, gelip bize haber versin” der.

Bir pervaneyi seçer gönderirler. Gönderdikleri pervane böceği uzakta bir köşk, köşkün içinde de apaydın bir mum görür, döner geri gelir. Gördüğü, anladığı kadarıyla mumu anlatmaya başlar…

Yaşlı bir pervane, “senin mumdan haberin bile yok!” diyerek onu kınar.

İkinci bir pervaneyi gönderirler. Bu seferki, kendini muma şöyle bir atar, sonra dönüp geri gelir. Mumdan bahseder, ona nasıl kavuştuğunu, sıcaklığını anlatır.

Yaşlı pervane onunda sözünü kesip, “senin bu anlattığın mum değil!” der, “sende öbürüne benziyorsun, anlamadığın şeyi nasıl anlatabilirsin!” der…

Son gönderdikleri pervane ise mumu görünce adeta sarhoş olur. Sevinçle ateşe atılır, ateş onu tepeden tırnağa sarar, bütün vücudunu alev alır, kıpkırmızı olur.

Diğerlerini kınayan yaşlı pervane uzaktan mumun bu pervaneyi onurlandırıp, kendi rengine boyadığını görünce, “işte bu işi yalnız o başardı…” der. “Kim nereden bilsin… Mumdan yalnız onun haberi var.”

Bu dünyada gerçeği bulan, her şeyden vazgeçen, dünyadan bihaber kişidir. Sende candan, cisimden uzaklaş ki canana yaklaşasın...

19 Aralık 2008 Cuma

Yunus'ta Aşk

Yunus'ta Aşk

Aşk!..
Tıpkı nefes gibi, zaman gibi, güzellik gibi...
Hep var ve ebedi var olacak.
Çünki kaynağı ezelidir onun. "Canlar canını bulan"dır elbette "Bu canıma yağma olsun" diyebilen. Bestami Hazretlerinin diliyle: "O, aramakla bulunmaz; ancak bulanlar, yine de arayanlar"dır elbet.

Yunus Emre bir aşk adamı, bütün çağların en muhteşem aşıklarının ser-halkası. Allah aşkına tutulmuş, sonra da o ummanlara sığmayan aşkını insanlar için coşturup taşırmış, bütün mutasavvıf şairler gibi baştan sona aşkı tekellüm etmiştir onu. "Aşk gelicek cümle eksikler biter" demesi bu yüzdendir. O, iç dinamizmini bu aşk ile diri tutup halk arasında kendine bir aşk mabedi inşa eden adamdır.

Bu mabedde cümle yollar hakikate çıkar ve bütün aşklar Mutlak varlığa ulaşır. Kendi basit hayatı içinde yalın bir anlatım ve ritmik bir eda ile devamlı aşkı tekrarlar ve "aşksız olımazın" dediği gibi kimseciklerin de aşksız olmasına gönlü razı gelmez. "Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu" diye dalıp içinde kaybolduğu o yüce sevgide Vahdet-i vücud'u yaşayıp bütün ikilikleri inkar ile bir Tek olana vuslatı arayan Yunus, insanlığın manasını aşkta bulur. Dünya aşk üzerine kurulmuştur ve aşk olmadan durması mümkün değildir. Yaratılanın Yaratıcı'yla tamamlanması, varlığın sırrı, kainatın idraki ve kemal, ancak aşk ile mümkündür. Aşk ki hakikattir, ölüm ona ilişemez.

Yunus'a göre aşk, İlahi'dir ve yaratılışın sırrını taşır. Bu bakımdan bütün cihanı kuşatmıştır. Sarhoşluğu ve coşkunluğu ile insan olmanın tecellisi aşkta görülür. Aşık bir harabeye dönmedikçe aşkı hissetmiş sayılmaz. Aşkı hissettikten sonra da bütün kınanmışlıklar, bütün ayıplamalar onun için boştur. Aşk çıplak hakikattir ve ne dünyayı, ne de maddeyi ayakta bırakır. Aşktan şikayet edilemediği gibi aşka yine ancak kendisinden derman erişebilir. Aşk, sahili olmayan bir deniz misali benliği yutar, kendinde eritir ve sırrını asla ham gönüllere açmaz. Aşkın olduğu yerde ilim bir hiçtir ve aşksız iman taş misali kurudur, katıdır. Bilineni unutturan da, boşaltıp yeniden dolduran da aşktır. Aşkta menfaatten söz edilemez; ancak uğruna feda olunabilinir. Böylece bütün menfiler müspete dönüşür, kuruları yeşertir, durgunu coşturur.

Aşk bir güzel ahlaktır. Aşık ki idrak eder, o asla yok olası değildir. Aşk, bir hakikattir ki bütün hakikatleri ortaya çıkarır.

Kısacası aşk varlığı eriten varlıktır ve


"Aşk oldur ki Hakk'ı seve."



iskender pala

7 Vav'ın sırr-ı kalem-i

Vav!

İyi bakıldığında, görmek için bakıldığında; Bazen bir insanın secdedeki hali, bazen bir ceninin anne karnında ki haline benzer..

Vav Harfi, Allah’ın Vahid ismini ve birliğini simgeler.

Ebced hesabında 6 rakamına dektir ki ; Bu yönüyle aynı zamanda imanın 6 şartını temsil ettiği söylenir.

Harfi med olduğu gibi, kasem harfidir. Aynı zamanda, iki cümleyi veya özneyi bağlayan bağlaçtır.

VAV HARFİ İLE BAŞLAYAN KELİMELERE DİKKAT EDİNİZ. SORUMLULUK GEREKTİREN İŞLERDİR:
VALİ, VEZİR, VELİ, VEKİL, VARİS, VASİ, VALİDE, VAAD ETMEK VB...

"Bursa Ulu Camii gezerken rehber duvarda asılı hatlardan yedi vav'ın sırrını şuna benzer manada anlatmıştı.

Peygamberimiz buyurmuş ki, "yedi vavdan sakınınız, ihtiyaç olmadığı halde vavların işaret ettiği mesleklere yönelmeyiniz."

Sabah namazı sonrasında anlattığı için bilincim tam açık değildi bu yüzden hadisi birebir hatırlamıyorum fakat 'yöneticiliklere -vali vs.- işaret eden VAVlardan sakının; mecbur değilseniz bu meslekleri seçmeyin' mealinde bir hadisti sanırım. (ULUCAMİ’NİN DUVARLARINDA, ZENGİN HAT SANATI ESERLERİ YER ALMAKTADIR. “VAV” HARFLERİ İSE HER DUVARINDA, FARKLI ŞEKİLDE YAZILMIŞTIR.

BU KAREDE YER ALAN, BAYANLAR KISMINDA, TERS-YÜZ OLARAK DÖRT “VAV” HARFİ İLE YAZILMIŞ ESERDİR.

ORTASINDA HADİS-İ ŞERİF YER ALMAKTADIR.

OKUNUŞU; “ITTEKÜL VAAVAAT”

ANLAMI; “VAV HARFİ İLE BAŞLAYAN KELİMELERE DİKKAT EDİNİZ. SORUMLULUK GEREKTİREN İŞLERDİR.” VALİ, VEZİR, VELİ, VEKİL, VARİS, VASİ, VALİDE, VAAD ETMEK VB... )






Yunus Bilge


Vav'lardan Çekinin

insan vav şeklinde doğar, bir ara doğrulunca kendini elif sanır.

İnsan iki büklüm yaşar, oysa en doğru olduğu gün ölmüştür.


Kulluğun manası vavdadır, elif uluhiyetin ve ehadiyetin simgesidir.

O yüzden Lafz-ı ilahi elifle başlar. Elif kainatın anahtarıdır, vav kainattır.

Rabbi vav gibi mütevazı olsun ister kulları.

Musa dal olmuştur ama Firavunun gözü Elifte kalmıştır.

İbrahim ateşte vavdır, Nemrut bizzat ateşe odun.

Yunus, vav olup balığın karnında anca kurtarmıştır kendini.

İnsan iki büklüm olunca rahat eder ana karnında.

Boylu boyunca uzansa da kim rahattır mezarında?


Vavın elifle münasebeti ne kadar iyiyse, kainatın dengeside o kadar düzgündür.

Kim kimi hatırlarsa evvel o ona koşar.

Kainatta tüm cisimler boşlukta dönerken insan belki o yüzden boşlukta kalmamış, Rabbi onu imanla doldurmuştur.

Evvelde eliftir, bir ilahi nefesle ahirde vav olur kainat.

Manayı bilmeyenler vav diyemez vay der.
Buna anlamca vaveyla denir.
Yani vav olamadıkları için feryad edenlerin halidir.

Elif bir ağaç ve insan onun dalıdır.
Azrail budadıkça nefesleri daha gür çıkar sesleri.

Herbiri Dal olur ve o ağaçtan beslenir. Vav olur o ağacın gölgesine sığınır.
Ve Allah insana seslenir, peygamber eliyle ulaşan mesajı hem dal hem vav ol der insana.

"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emrederler; kötülüğe engel olurlar. Namaz kılarlar, zekat verirler. Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir."

Başkasının önünde eğilmek ne zordur. Birilerinin emri altına girmek ne ağırdır. Krallara boyun eğmemiş insan görmediği bir varlığa mı itaat edecektir?

İnsan kendinin bile farkında değildir iki lam birbirine sarılıp kainatı ayakta tutan sütunlar gibi durmuştur elifin ardında, kainatın gezegenleri yuvarlanıp son harf misali peşinden giderken, insan yolculukta geri kalmanın acısını ne zaman anlayacaktır. Zordadır sığınacak yeri yoktur. Evrene ve seslere kulak verenler duyar yeniden o kutlu çağrıyı;

"Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Rablerine kavuşacak ve O’na döneceklerini umanlar ve Allah’a gerçek bir saygı gösterenlerden başkasına namaz elbette ağır gelir"

Sonra çağırır insanı, belki cennet kokusunu duyurmak içindir bu davet, belki kendi yanına çağırıyordur.

İşte o ayet: “Secde et, yaklaş!”

Eğil ve ben senin başını göklere erdireyim, yıldızları ayağına sereyim, sana gezmekle bitiremeyeceğin cennetler, sayamayacağın nimetler vereyim demektir bu.

Secde et, vav ol, vay dememek için la şey olan insan herşey demek olan Rabbinin önünde...

Muhabbetle

(Hakan Türkyılmaz'dan alıntıdır)


Aşkın Vav Hali

Ey aşkın binbir başlı vav hali
Ey sonsuz kavram
Gaflet vaktinde
Gel gönlümün üstüne
Usta bir hattatım ben
Aşkı çizerim mekânlara
Aşk sığmaz ki bu ummana
Vav olur gözlerimiz
Bürünürüz canlara
Bir seyyah gibi
Gelip göçen, göçüp giden
Bu mekândan mekân’a
Demem o ki
Tarifini yapamam ben imkâna
Bir hattatım
Zamana vav çizmekteyim
Hilalin dolunaya
Dolunayın hilale dönüştüğü zamana

Ve mahlukat
Nefes nefes aşk çekerken Mevla’ya
Üstümde aşk kokusu var
Yaşadıkça beni yontar
Ve benzetir insana
Elimde vav
Gönlümde vav
Gözümde vav
Dem dem vav kesilirim
Beni insan yapana
Ey kalbimden geçeni bilen Allah’ım
“Kulum” de kâfi bana
İster nârına garket
İster nuruna

Mehmet Ekici

Derviş

Fakir bir derviş,talebe okutacak okulu olmayan bir arapça hocasına rast gelir.Hoca derslerini şehrin duvarına tebeşirle yazarak vermektedir.Derviş,hocaya kendisinin de okuma yazma öğrenip öğrenemiyeceğini sorar.Dervişin samimiyetinden etkilenen hoca ona ücretsiz ders vermeyi kabul eder.duvara tek bir çizgi cizer açıklar;''bu elif harfi,alfabenin ilk harfidir''der.Derviş başını eğer,hocaya teşekkür eder ve oradan uzaklaşır.İlk derste alfabenin en az yarısını öğretme adeti bulunan hoca çok şaşırır.bu eğitim uzun bir süreç olacak gibi görünmektedir.
Derviş ne ertesi gün ne de ertesi hafta gelir ve sonunda hoca onu tamamen unutur.Aylar sonra derviş gözleri gönül ışığıyla parlayarak gelir..Hocayı hararetle selamlar ve ikinci derse hazır olduğunu söyler.Hoca içinden''bu hızla alfabeyi asla bitiremiyecek'' diye düşünür,ama dervişe ''Tamam.şimdi ilk dersimizi tekrarlayalım.Elif harfini duvara yaz''der.

Derviş elif harfini yazar ve duvar yıkılır gider..
Kalp,nefs ve ruh

Sultanım Ali

Yiğitler yiğidi, Şah-ı merdandır,
Allah'ın aslanı, sultanım Ali.
Sahib-i sırr-ı Hak, dost-u Resûl'dür,
Haydar-ı Kerrar'dır, sultanım Ali.

İlmin başı - sonu O'nda bilindi,
Her Nebi'ye yoldaş O'nu eyledi,
Besmele'nin b'si, noktası idi,
Veliyy-ul Enbiya, sultanım Ali.

Her yiğidin kanı O'na çekmiştir,
Her gaza, savaşta safa geçmiştir,
Hak için kılıcın ecel etmiştir,
Sahib-ül Zülfikâr, sultanım Ali.

"Aliyi sevmeyen bizden değildir"
Resûl dedi ise elbet böyledir,
Hakk'ın, müminlerin hep sevdiğidir,
Şefaat kapısı, sultanım Ali.

Kâbe'de doğmuştur, Kâbe nûrudur,
Mekke'de yaşadı, Mekke nûrudur,
Toprakta uyudu, toprak nurudur,
Toprağın oğludur, sultanım Ali.

Bâtınî Şah yolu, Allah yoludur,
Pir'in yaptıkları elbet doğrudur,
Şah'ı sevmeyenler Hak kulu mudur?
Müminin dostudur, sultanım Ali.

_________________
Uşşak > Segâh > Bûselik

İHANET ETMEDİM EYLÜL

İhanete uğramış bahar gibisin
İhanet etmedim eylül
Gönlümün en vefasız yanılgısıydın
Çürüttün aşka dair umutlarımı
Halbuki fetretli mahzenlerime
Ulu bir gölden yansıyan
Mehtabını düşledim
Mehtabını son defa anıyorum eylül

Sen ki , kızgın ve çelik bir ruhla geliyorsun
Yanardağ beslediğini biliyorum aslında
Gülüyorsun , kokusunu alıyorum yıldırımların
Ellerindi beni böyle dağıtan
Birbirine ekleyip kalplerimizi
Yürüyelim derken eylül
Ellerindi kan bulaştıran dudaklarıma
Züleyha bakışıyla beni zindana sürüp
Yusuftan alıkoyan felaket gözlerindi

Koruduğumu sandım hüznün ve intiharın
Mel'un saldırısından
Uçurumuna düştüm olumsuz duyguların
Karabasan ve korku darağacında
Sevgine yönelip çamurlara bulandım

Mazlum bir iniltiydi '' intihar etme leyla''
Parçalanan yüreğimle
'Canfezam ' diye eylül , hep eylül sayıkladım
Yakamda bir karanfil gibi , aşağılayan
Korkunç kelimelerin
Halbuki ben şifası olmayan bir hekimin
Kapısından çaresizlik devşiren
Sürgün bahanesi ayakların zinciriyim

Ben hicranı arayan bir hayal bekçisiyim
Mahzun biten bir şarkı boşalır dağarcığımdan
Keser damarlarımı
Ruhumu merhametine terkettiğim '' RÜVEYDA ''
Veya umutsuz bir gül
Veya kanlı bir eylül

nurullah genç

Günün Şiiri..

SEVMEK

“Sevmek" dedim.
”Yoluna ölmek" dedi.
“Yol" dedim.
”Alıp başını gitmek" dedi.
“Gitmek" dedim.
Bir "ahh" çekip "dostlardan ayrılmak" dedi.
“Dost" dedim.
Durdu. Bana baktı. "Dost" diye mırıldandı.
"Yüreğime nasıl koysam bilemediğim" dedi.
“Yürek" dedim.
”Dünyaları içine sığdıramadığım" dedi.
“Dünya" dedim.
”Hayatın bir yüzü" dedi.
“Yüz" dedim.
”Ardında ne gizli bilemediğim" dedi.
“Giz" dedim.
”Hep çözmeye çalıştığım" dedi.
“Çalışmak" dedim.
”Bitmeyecek öykü" dedi.
“Öykü" dedim.
”Binlercesini içimde gizliyorum" dedi.
“Gizlemek" dedim.
”İşte her şeyin bitimi" dedi.
“Şey" dedim.
”Sevda" dedi.
“Sevda" dedim.
”Peşinden koştuğum" dedi.
“Koşmak" dedim.
”Hayat bir maraton" dedi.
“Hayat" dedim.
”Öyle kısa ki!." dedi.
“Niçin kısa?" diye sordum.
”Yaşanacak çok şey var, zaman yok" dedi.
“Yaşanması gereken ne var?" diye sordum.
”Aşk" dedi.
“Kaç kere?" diye sordum.
”Bin kere" dedi, "milyon kere"
“Neden bir kere değil?" diye sordum.
“Bütün aşkların toplamı, en yüce ve tek aşk" dedi.
“Önce ona varsan olmaz mı?" diye sordum.
”Keşke olsa" dedi, "ama önce yoğrulmak gerek"
“Acı çekmek mi?" diye sordum.
”Evet, aşk acısında yok olmak" dedi.
“Yok olunca!." dedim.
”İşte gerçek aşkta o zaman yaşamaya başlarsın" dedi.
“Gerçek aşk!." dedim.
”Büyük o!" dedi.
Durdum. Durdum. Ve sustum!
“Neden sustun?" diye sordu.
”Yüreğim titredi sanki" dedim.
“Neden?" diye sordu.
”Bilmiyorum" dedim. "Büyük o!"
“Evet." dedi, "büyük o!"
“Nerede?" diye sordum.
”Her yerde" dedi.
“Nasıl?" diye sordum.
”Yüreğini aç" dedi.
“Yüreğimi açmak!." dedim.
”Bir tebessümle bak her şeye" dedi.
“Tebessüm" dedim.
”Her kapının anahtarı" dedi.
“Kapı" dedim.
”Girmeden bilemezsin" dedi.
“Ya korku!" dedim.
”Bilinmeyenden korkar insan" dedi.
“Ben bilmiyorum" dedim.
”Neyi?" diye sordu.
”Ben'i" dedim.
“Sen kimsin?" diye sordu.
”Ben kimim?" diye sordum.
”Sevgiyle beslenensin" dedi.
“Kimin sevgisiyle?" diye sordum.
”Büyük o'nun." dedi.
Durdum. Durdum. Yine sustum.
“Kimsin?" diye sordum.
”SEN'im" dedi. [Sahibi kim ise, güzel yazmış vesselam…]

İbn-i Sina ve sağlık..

SAĞLIK:

İbn-i Sina şöyle söylüyor:

“Size tüm tıbbı iki cümlede özetleyeyim mi ?...
Yediğin zaman az yiyeceksin... Velev ki bir lokma da olsa, bir kez yeme işlemini tamamladıktan sonra 3-4 saat geçmeden başka hiç bir şey yemiyeceksin. Bütün mesele sindirim olayındadır.”

[Bugün modern tıp da göstermiştir ki, midenin gereğinden fazla dolması, beyin hücrelerine gitmesi gereken kanın bir kısmının mide bölgesinde yoğunlaşmasına sebebiyet vermektedir. Yani beyin hücrelerine daha az kan gitmekte ve dolayısıyle bu hücreler yeterince beslenememektedir. Ayrıca dolu mide kalbin yükünü de artırmaktadır.
Mutluluğa giden yolun mideden geçtiğini söyleyenleri bir kez daha düşünmeye davet ediyorum. : ))) ]

MUTFAK KÜLTÜRÜ:

İyi bir yemek için mükemmel bir maddi karışım ve işçilik yetmez....
Tuzun, etin sertleşmemesi için pişme anına yakın bir zaman atılması gerekir.
Doğru....
Dere otunu da kabağa pişme anına yakın atmanız gerekir.
Doğru...
Ya da sucuğun zarını kolay soyabilmek için onu önce ıslatmanız gerekir.
Bu da doğru....
Buna karşılık, domatesin kabuğunu rahat soyabilmeniz için onu hafif ateşe tutmalısınız.
Bu da doğru...

Ama bütün bu ve buna benzer çabalar o yemeğin vücutta bir dert olma ihtimalini ortadan kaldırmaz.... Şu şartla ki,
Aşk ve muhabbetle pişirilmeyen bir yemek, vücutta şifa değil ancak zulmet olur...
İşte asıl doğru....

GÜNÜN ANEKDOTU

Zamanında Gül Ahmed Paşa adında bir vezir varmış.
Lakabı gül de olsa gülün inceliğinden, zarafetinden, netice olarak sanattan nasipsiz bu Paşa, konağında, bir gün ihtimal başka konaklara özendiği için, zarif adamlarla sohbet ediyormuş. Birileri bir şiirin güzelliğinden, mecaz ve teşbihlerinden, mazmunlarından, çok manalılığından dem vurmuşlar. Bir beyit üzerinde sözün bu kadar uzamasından canı sıkılan Paşa "Canım, çok manalı da ne demek, demiş, şair sözü yaş deriye benzer, nereye çeksen oraya uzar." Mecliste bulunan bir şairin de bu söz çok ağrına gitmiş ve altında kalmamayı kafasına koymuş.

Gel zaman, git zaman Paşa nasılsa sevabına bir çeşme yaptıracak olmuş. Adet olduğu için de çeşmeye manzum bir tarih kitabesi gerekmiş. Birçok şair arasından, o talihsiz sohbetten beri fırsat bekleyen şairin yazdığı manzume uygun bulunmuş. Şairin de tavsiyesiyle manzume talik bir hatla çeşmenin taşına hakkedilmiş. Paşa'nın çok hoşuna giden şu son mısraı imiş:
"Gel Gül Ahmed çeşmesinden iç gülab-asa suyu."

Yani "Gel, Gül Ahmed çeşmesinden gül suyu gibi sudan iç."
Çeşme tamamlanmış, merasimle açılmıs. Bir taraftan lülelerinden şerbet akıtılıyor, bir yandan meraklıları kitabesinin önüne yığılmış, okuyorlar. Avam-ı nasdan birkaç kişi kelimeleri hecelemeye çalışıyor. Paşa da büyük bir zevkle, etrafında birkaç dostu ve şair de bulunduğu halde, büyük bir zevkle seyretmeye ve dinlemeye koyulmuş. Yazı talik (hat sanatında bir yazı türü) olduğu için harekeleri olmayan ibareleri farklı okuyan halktan bazı kişilerin ağzından şu kelimeler dökülüyormuş:

"Gel Kel Ahmed çeşmesinden iç gilab-asa suyu."
Yani "Kel Ahmed'in çeşmesinden killi, çamurlu suyu iç."
Başka biri "kilâb-asa suyu" yani “köpek suyu” diye okurmuş.
Yaptırdığı hayırdan ve hakkındaki medihkar mısralardan tam keyif duymaya hazırlanan Paşa'nın fena halde canı sıkılmış, yanında duran şaire "Bre ne halt etmişsin" diyecek olmuş.
Fırsatı bekleyen şair de taşı gediğine koymuş:

"Aman efendimiz, ben size takdim ettiğim şiiri okumuştum, biliyorsunuz ki böyle değildi. Fakat ne yapalım ki şair sözü yaş deriye benzer, nereye çekseniz o tarafa uzar." [Bir gazeteden alıntı]

siyaset bilimi (hikaye)

SİYASET BİLİMİ:

Derler ki;

“Devlet adamı ile siyaset adamı arasındaki fark; ilkinin gelecek nesilleri, diğerinin de gelecek seçimleri düşünmesidir”

[Benim siyaset bilimi terminolojisinde yer almadığını düşündüğüm bir kavram var.

NEFSANİYET !! Yani içimizdeki KÖTÜLÜK MERKEZİ !...

Bir işin başarıya ulaşıp ulaşamıyacağını anlamak için onun gerçekte ne için ve kim için yapıldığına bakmak lazımdır... Gerisi mi.... Laf-u güzaf....]

HİKMET/FELSEFE:

“Tüm felsefe, bizim için bir saatlik tartışmaya değmez...” Üstad Necip Fazıl böyle diyor. Batı’da felsefe, birinin doğru budur dediğini diğerinin gerçekte onun yanlış olduğunu ortaya koyması sanatıdır.

[Bizde felsefe yok, hikmet var. Hikmeti arama, bulma ve ona ulaşma çabası var... Bizde doğru, altın tepside sunulmuş.... Onu yudum yudum içmek ve özümsemek var...]

Kalp ilmi (kısa kısa)

KALP İLMİ

19. Yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt’ın, bir bahçeyi tasvir eden bir tablosu Londra Kraliyet Akademisinde sergileniyordu. Hunt’un “Kainatın Işığı” adını verdiği bu tabloda geceleyin elindeki fenerle bahçede duran filozof kılıklı bir adam görülüyordu. Adam, serbest kalan eliyle bir kapıya vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyordu. Tabloyu tetkik eden bir sanat eleştirmeni Hunt’a dönerek:

“Güzel bir tablo doğrusu, ama mânâsını bir türlü kavrayamadım” dedi, “Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı ? Ona tokmak takmasını unutmuşsunuz da...”

Hunt gülümsedi: “Adam alelâde bir kapıya vurmuyor ki...” dedi.
“Bu kapı, insan kalbini temsil ediyor. Ancak içeriden açılabildiği için dışında tokmağa ihtiyaç yoktur.” (Kemal Ural, Küçük Şey Yoktur Kitabından)

GÜNÜN SÖZÜ:

Düşünüyorum da; düşüncelerin en güzeli, senin beni düşünüp düşünmediğini düşünürken, düşündüğünü düşünmek olsa gerek diye düşünüyorum.

TARİHTEN DAMLALAR:

Osmanlı'nın ünlü tiplerinden birisi de Öküz Mehmet Paşa'dır.
Bu ilginç lakabı taşıyan paşayla ilgili birçok fıkra anlatılır.
Bunlardan birisi şöyle:
Paşa bir gün karargah çadırında komutanlarıyla birlikte oturuyor, harp planları üzerinde çalışıyormuş.

O sırada, bir sığır sürüsünün oradan geçeceği tutmuş. Sürü çadırın yanından geçip giderken bir öküz, çadırın kapısından içeri kafasını uzatmış, içerdekilere bakmış bakmış, "Möööö!" diye seslenmiş, sonra yoluna devam etmiş.

almış bir gülme!

Kıkır kıkır gülüyor, sessizlikte ve hiç gülünmemesi gereken durumlarda, bulaşıcı bir hastalık gibi insanları saran krizi zor bastırıyorlarmış.


Öküz Mehmet Paşa da durumun farkına varmış elbette ama bilmezlikten gelip sormuş.

"Niye gülüyorsunuz?"

Komutanlar,


"Kusura bakmayın paşam," demişler. "Siz bu öküzün lisanından anlarsınız. Acaba ne dedi?"


Paşa istifini hiç bozmamış:


"Öküz dedi ki," diye tercüme etmiş."Seni biliyoruz, bizdensin... ama bu kadar eşeğin arasında ne işin var ?..."

[Bir gazeteden alıntı]

Dinle neyden duy neler söyler sana, sızlanır hep ayrıılıklardan yana

Ney olup ağlamaktır en güzel duamız




Sızlanır hep ayrılıklardan yana
Kestiler sazlık içre der beni
Dinler ağlar hem kadın hem er beni

Dinle neyden ki hikâye etmede, Hep ayrılıktan şikayet etmede
Mevlânâ’nın mesel dünyasında, ney insanı temsil eder. İnsan da, tıpkı ney gibi, içinde nefes saklamaktadır. İnsanın her sözü, bir özleyişin ve bir ayrılığın ifadesidir. İnsanın iç çekişleri, aslından ayrı olmanın hüznünü, yuvadan uzak olmanın sancısını yansıtır.

Kamışlıktan kopardıklarından beri beni, Feryadım ağlatır her kadını ve erkeği.
Kamışlık neyin anayurdu ve evidir. İnsan da tıpkı ney gibi cennetten, yani yuvasından ayrılmıştır. Kalbinin ebedî muhabbetle doyduğu cennetten dünya gurbetine sürülmüştür. İnsan kalbi, tıpkı ney gibi, fena ve zevalin, ayrılık ve yokluğun yaşandığı bu dünyada, inceden inceye feryad etmektedir. İnsan ruhu olması gereken yerde değildir; geçmişe ait hüzünler ve geleceğe ait kaygılar, aslında hep bu uzaklığın sözsüz ve sessiz ağlayışından ibarettir.

Ayrılık parça parça eyledi sinemi, Anlaşılır eyleyeyim diye aşk derdini.
İnsan duyguları göğsünde açılan yaralar gibidir. Tıpkı neyin göğsündeki deliklere benzer duygular. İnsana üflenen ruh da, bu deliklerle ifade eder kendini. Evden uzak kalmanın derdi, Ebedî Sevgili’den ayrı düşmenin sızısı, insanın kalbinden dışa doğru açılan duygularla sese gelir, söze dökülür.

Her kim ki, aslından uzak ve ayrı kalırsa, Kavuşma zamanını bekler durur ya.
İnsan, En Sevgili’den uzak olup asıl yurdundan ayrı kaldıkça, kalbi hep bir buluşmanın ardı sıra koşar. Kalbi gurbete razı olmaz, ruhu ayrılığa dayanamaz. Dünyaya razı değildir; sevince ebediyen sevecekmiş gibi sever insan. Sevdiğini, hiç ölmeyecekmiş farzedip öyle sever. Sınırlı bir zamanda sevmek, ölünceye kadar sevmek insan kalbinin işi değildir. Ölümlü dünyada her aşk yarım kalmıştır, belki hiç başlamamıştır insan için. Bir başka yerde, hiç ayrılmamak üzere kavuşacağı zamanı bekler durur. Çünkü onun yurdu burada değil ötelerdedir.

Ben ki her cemiyetin ağlayanıyım, İyilerin de kötülerin de yârânıyım.
İnsan, dünyada tamamlanmamışlı k hissiyle yaşar, her daim eksiği vardır. Eksikliğini çektiği şeyler sayısınca özlemleri vardır. Erişmek istediği ufuklar kadar geniş idealleri vardır. Her nerede olursa olsun ağlar haldedir insan. İyiler de kötüler de aynı hal içredirler ki, hepsine sırdaştır neyin ağlayışı.

Herkes kendince bana dost olmaya bakar, Sohbetimden sırlar öğrenmeye yol arar.
Her insan, adını ne koyarsa koysun, bu derin ayrılığın sancısını çeker. Dile gelen her şikayet, kalbe düşen her hüzün, bu ayrılıktan kaynaklanır. Ayrılığın farkına varmayacak denli gafil olanlar da, ayrılığı inkâr edip bu dünyaya razı olanlar da, başlarını kalplerini bu ayrılık sızısından kurtaramazlar. İnsanlığın temel acıları değişmez; ama bu acıların sırrı da herkese açık değildir.

Sırrım ağlayışımdan uzak değil gerçi, Ancak her göz ve kulağa âşinâ değil ki.
Aşkın sırrı, ötelere aşina olanların kârıdır. Gördüğünü gördüğünden ibaret bilen, duyduğunu duyduğundan ibaret bilen gözler ve kulaklar öteleri görmeye hazır değildir. İnsanın ağlayışının sırrını, insanın tamamlanmamışlığının hikmetini, ancak gördüğüne razı olmayan gözler görebilir, duyduğundan ötesini duymak isteyen kulaklar işitir. Feryat herkesin kulağına erişiyor, ağlamanın göz yaşı herkesin gözüne değiyor ama sır gözün gördüğünden ve kulağın duyduğundan ötededir.

Can ile ten gizli değil birbirinden, Lâkin canı görmeye izin yok tenden.
Bu âlem ruh ile cesedin birlikte olduğu, mânâ ile maddenin eş olduğu bir âlemdir. Görünmeyen gayb âlemi görünen şehadet âlemine komşudur. Ancak alemdeki her şeyi bir başkasını gösterir bir harf olarak görmeyen için gaybı görmeye izin yoktur. Oysa, görünen alem görünmeyene şahit olmak için yaratılmıştır. Ancak tende kalıp canı aramayan, görünen alemin şahitliğine perde olmaktadır.

Neyin sadâsı ateştir hava sanma, Kimde bu ateş yoksa yazık ona.
Ney, ayrılığın acısını seslendirmededir; o halde ona söylettiren hava değil ayrılığın ateşidir. Bu ateş olmasaydı, ney böylesine ağlamazdı. Gurbette olduğunu farketmeyen için de ayrılık ateşi diye bir şey yoktur; sılayı özlemeyenin sesi sedâsı çıkmaz. Sevgili’den ayrılık derdi olmayanın diline yakarış değmez. Sürgün olduğunu bilmeyen ateşsiz ve heyecansızdır; onun dudağına aşkın sözü erişmez, onun kalbine aşkın ateşi düşmez.

Neyin tesiri aşk ateşinden, Şarabın hâli aşk cilvesinden.
Şarab, yaratılışı temsil eder Mevlânâ’nın mesel dünyasında. Serap gibi aldatıcı değildir şarab. Yokluk acısı serap gibi ümitsiz bir acı verir. Varlık ise, Sevgili’ye yakınlığı haber veren ümit dolu bir hüzün verir. Zaten bütün bir alemin coşkusu, zerre zerre hareket etmesi de, Sevgili’ye erişmenin, O’na dönmenin cilvesindendir. O’ndan gelip O’na gitmenin heyecanıdır kâinatı velveleye veren. İnsana bu heyecandan daha fazlası düşmüştür; onun kalbinde aşkın heyecanından fazlası, yani aşkın ateşi vardır. Cilveyi besleyen ateştir, hareketi sağlayan ateştir.

Yârden ayrılmışın derdiyle dertlendi ney, Kavuşmanın önündeki perdeleri parçaladı ney. Ayrılık derdinin kendisi, kavuşmanın devasıdır. Çünkü aramadıkça bulunmaz.
Bizi dertsiz eyleyen her türlü rahatlık, bize ayrılığın acısını unutturan her türlü gaflet, asıl derdimizdir bizim.

Ağlayışımız ve yakarışımız, özlemlerimiz ve arzularımız yaramıza devadır. Derdimiz devamınızın kendisidir. Dertsizliğimiz en büyük derdimizdir. Neyin ayrılık derdiyle dertlenmesi, Sevgili’yi gizleyen perdeleri yırtıp parçalıyor; duamızı dillendirdiğimiz anda gözümüze ve gönlümüze pencereler açılıyor.

Ney gibi zehir ve tiryak olamaz, Ney gibi dost ve müştak olamaz.
İnsanın ney gibi ağlayışı ve inleyişi, görünüşte bir zehirdir ama çareye götürdüğü için en güzel ilaç ve tiryaktır. Neyin inleyişine benzeyen dualarımız ve yakarışlarımız sayesinde Sevgili’nin yoluna düşeriz ki, yakarışlarımızın ne kadar dost ve müştak olduğunu gösterir.

Ney kana bulanmış yoldan söz açar, Mecnun’un kıssasını anlatıp açıklar.
Neyin sızısı kanlı gözyaşlarına konu olmuş bir aşk yolunun habercisidir. İnsan da, Sevgili’ye ulaşmak için kanlı gözyaşlarını dökmelidir. Mecnun gibi, Leylâ’nın yolunda çöllere düşüp, başka her şeyi yok bilmedikçe, bu aşkın hakkını vermiş olamayız. Şükür ki, bize düşen Leylâ değildir sadece. Leylâ’dan Mevlâ’ya yol vardır ki, Mevlâ’ya götüren Leylâ’lar da bizim çölümüzdür. Bu yüzden, Mecnun’dan çok daha fazlası beklenir Mevlâ’nın yoluna düşmüş olandan.

Leylâ’ların hepsine “Lâ ilâhe” demeli ki, Mevlâ için “İllallah” diyebilsin.


Senai demirci..

Ressam

Usta bir ressam, genc ogrencisinin egitimini tamamlamasi icin bir
oneride bulunmus. Buna gore, yaptigi son resmi kentin en kalabalik
meydanina goturup, birkac gun herkesin gorecegi sekilde sergilemesi
gerekiyormus.

Genc adam tam kapidan cikmak uzereyken, ustasi yanina birkac kirmizi
kalem almasi gerektigini soylemis. Ve eklemis; 'Tabloyu biraktigin
yere bir de not yazmalisin. Lutfen begenmediginiz yerleri bu kalemle
isaretleyiniz.'

Cirak, ustasinin dedigini yapip, dogru en kalabalik meydana kosmus
yaptigi resimle.

Kalemleri tablonun yanina birakip, notu da en gorunulur yere
ilistirmis.

Aradan birkac gun gecmis, ustasi bu kez, gidip resme bakmasini istemis
genc ogrencisinden.

Merakla kosmus meydana ki; ne gorsun?

Yaptigi guzelim resmin, kirmizi kalemle isaretlenmis carpilardan
neredeyse gorunmuyor.

Boynu bukuk, husran icinde donmus ustasinin yanina.

Ustasi uzulmemesini, resme devam etmesini onermis.

Biraz daha hirsli, biraz daha cesur davranmis bu kez. Resmi
tamamladiginda, yine ayni meydana gitmek uzere hazirlanirken, ustasi
bu kez, kirmizi kalemleri birakip, yerine bir palet dolusu cesitli
renklerde boya ve birkac firca almasini salik vermis. Tabii yine ayni
notla; 'Begenmediginiz yerleri lutfen duzeltir misiniz?'

Bir hafta sonra, genc adam sabirsizlikla meydana kosmus. Bir de bakmis
ki; resminde tek bir firca darbesi, fazladan bir renk sekil yok.

Mutluluktan uca, uca ustasina kosmus, 'Nihayet' demis, 'Resmimi
begendiler. Kimse elini surmemis boyalara. Kimse duzeltme yapmamis.'

Ustasi durumu soyle ozetlemis genc adama; 'Ilkinde insanlara firsat
verildiginde ne kadar acimasiz bir elestiri saganagi ile
karsilasabilecegini gordun. Hayatinda resim yapmamis insanlar dahi,
gelip senin resmini karaladi. Ikincisinde onlardan yapici olmalarini
istedin. Yapici olmak egitim gerektirir. Hic kimse bilmedigi bir
konuyu duzeltmeye cesaret edemez.'

Dolayisiyla;

1)Emeginin karsiligini ne yaptigini bilmeyen insanlardan alamazsin,

2)Degerini bilmeyenlere sakin emegini sunma,

3)Asla bilmeyenle tartisma

ALINTI

_________________

Âşık: Sevme istidadı olandır.
Âşık: Et-kemikten bir kuru candır.
Âşığın sevgisi kâmil imandır.
Âşıklar ölmezmiş. Ölen hayvandır.

Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?'

Bir gün ermişlerden birine: 'Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?' diye sormuşlar...

Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce 'Sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak' onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş 'Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz' diye bir de şart koymuş. 'Peki' demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine 'Şimdi' demiş ermiş, 'Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.' Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. 'Buyurun' deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karsısındakine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan...

'İşte' demiş ermiş, 'Kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim karşısındakini düşünür de doyurursa o da doyurulacaktır şüphesiz. Ve şunu da unutmayın, gerçek sevgi pazarında alan değil, veren kazançtadır daima...

Online klip izle.

18 Aralık 2008 Perşembe

Göz görünce bir kez geriye ne kalır ki?

Bütün aşk hikâyelerinin en unutulmaz ve heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andır şüphesiz.

Daha doğrusu onun yüzünü ilk gördüğü vakit.Âşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve âşıkın bütün biyografisi, bu "ilk bakışın öncesi ve Sonrası;ndan ibarettir. Bir ilk bakış, kaderin kazaya dönüştüğü en kutlu demi yüklenmiştir. Kalpte ateşin yükselmesi, aklın ve sabrın ateşe düşmesi o ilk bakış ile başlar. Kılıcın kınından sıyrılması yahut okun yaydan fırlamasıdır bu. Sevgilinin yüzü kınında bir kılıç yahut sadakta bir yay gibidir; bakış onu kınından ve sadağından çıkarır. Kınından çıkan her kılıç yahut yaydan fırlayan her ok gibi artık o da öldürmeye yönelir. Âşıkın ruhî ve bedenî (bâtınî ve zâhirî; içsel ve dışsal) hayatında bir ihtilalin, yeni bir dönemin başlangıcıdır bu.
Aşk, âşıkın gönül toprağında filizlenecek bir sarmaşıktır. İlk bakış, bu sarmaşık tohumunun âşık gönlüne ekilmesinden ibarettir. Artık o tohumun nasıl yetkinleşeceği, gitgide nasıl gür dallar vereceği ve âşıkın bedenini nasıl kaplayıp onu kurutacağı; âşık ile mâşukun kaderlerine ve karşılaşacakları hadiselere bağlıdır.

Şarka ait bütün aşk mesnevilerinde şairler bu ilk bakış ve ilk görme ânı üzerinde çok durmuşlar ve konuyu enine boyuna incelemişlerdir. İlk bakış, ancak yüz aynasına çarparsa aşka dönüşür.

Çünkü sevgilinin başka hiçbir uzvu, hiçbir güzelliği onun yüzü kadar aşka kapı aralayamamaktadır
.

Nitekim bu mesnevilerde âşık mâşukunu ya bir resimde seyreder, ya rüyasında görür, ya da birinden medhini işitip sevmeye başlar. Ancak sevginin aşka dönüştüğü an, sevenin sevgili yüzünü göz ile gördüğü andır. Çünki bu noktada bilgi ve bilinç devreye girer. Mesela Veys ü Râmin hikâyesinde Râmin, Veys'in yüzünü ilk gördüğü anda at üzerindedir ve kalbine bir ok saplanmış savaşçılar gibi atından yere düşer. Hüsrev, Şirin'i gölde yıkanmış, saçını tararken gördüğünde, onun yüzü saçları arasında gizli ve Hüsrev'e sırtı dönüktür. Şirin'in kendisini seyreden şehzadeden haberi de yoktur.

Fakat ansızın önemli bir şey olur ve Şirin saçlarını yana atar. İşte Hüsrev için dolunayın geceden çıkması, yahut okun yaydan fırlaması bu anda gerçekleşir. Kays da mektebe varıp çocukların arasına oturduğunda Leyla sınıftadır, ama ne zaman ki yüzünü görür, kılıç kınından sıyrılmış olur.
Sevgilinin yüzü mü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.
Âşıkın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtab.

Göz... Savaşı başlatan haberci.
Bakış... Elde olmayan kader; İlahî kaza.
Ve aşk... Kalp ile göz arasında kutlu bir hâdise.


Çoook sonraları kalp göze diyecektir ki, "Beni bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken kaygılanan ben oldum. Bakışlarını artırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlerine itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan. Sen emîr, ben esir. Melik iken memlûk (kul) ettin beni." Sonra devam eder:

-Ey göz! Sen ikisin, ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?!... Şimdi ağla o hâlde, ettiğin zulmün cezasını çek bakalım!..
Göz buna karşılık âyet-i kerîme ile cevap verir:
"
-Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sînelerdeki kalpler kör olur (Hacc 46)."

Ebu Hureyre der ki: "Kalp bir kral ise, organlar emrine âmâde askerler gibidir. Kral iyi davranış içinde olursa askerler de ona uyar. O fenalık yaparsa, emrindeki askerler de fena davranır." Göz der: "O hâlde ey kalp, kendini de beni de helaka sürükleyen sensin. Seni perişan eden yegane şey, Allah'ın sevgisinden, zikrinden ve emrettiklerinden uzak kalmandır.

Sen başkasının sevgisini O'nun sevgisine tercih ediyorsun ve aşkın yükünü bana yüklüyorsun. Şimdi ağlayan benim, yanan sen. Ne sen beni kurutabilirsin; ne ben seni söndürebilirim. Ben su serptikçe senin alevin artacak, sendeki ateş arttıkça ben daha çok yaş akıtacağım.
Yoksa 'Hayırlı olanı şu değersiz şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?' (Bakara 61)"
Yedi Askı'nın şairlerinden biri şöyle soruyor:

"
Şaşkın vaziyetteyim; nefsimi mi azarlayayım, arzulu gözümü mü, yoksa kalbimi mi?"

İskender PALA (Kitab-ı Aşk s.15-14, Gözgü s.22-24)

Eflatun´a Sorulan İki Soru

Eflatun´a iki soru sormuşlar:
- Birincisi; "İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları
nelerdir?
- Eflatun tek tek sıralamış:
- "Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler.
Ne var ki çocukluklarını özlerler.
Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler.
Ama sağlıklarını geri almak için para öderler.
Yarından endişe ederken bu günü unuturlar.
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar.
Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler."

Sıra gelmiş ikinci soruya;
-
"Peki sen ne öneriyorsun?"
Bilge yine sıralamış:

- "Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın.
Yapılması gereken tek şey sadece kendinizi sevilmeye
bırakmaktır.

albert einstein

Bir üniversite profesörü öğrencilerine şu soruyu sorar;
-'Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?'
Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar.
-'Evet her şeyi Tanrı yarattı!'
Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'evet efendim ' diye
yanıtlar. Profesör devam eder;
-'Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve
çalışmalarımızda uyguladığım 'Kesinleştirme' prensibine göre de Tanrı
şeytandır.’
Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur.
Profesör ise öğrencilerine bir kez daha
Tanrı’nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur.Bu
arada bir öğrenci ayağa kalkar ve
-Bir soru sorabilir miyim profesör? der.Profesörde sorabileceğini söyler.
Öğrenci ayağa kalkar ve
-'Soğuk var mıdır? Diye sorar. Profesör;
-'Nasıl bir soru bu böyle,tabi ki vardır ' diye yanıtlar.
'Sen hiç soğuktan üşümedin mi?'Öğrenci ;
- 'Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur.
yaşamda/realitede biz soğuğu sıcaklığın yokluğu
olarak düşünürüz.Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde
enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (-460 derece F)
sıcaklığın kesin yokluğudur (hiç olmadığı seviyedir). Tüm maddelerin bu
seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve
değişir. Soğuk yoktur,o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı
tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir' der ve devam eder,
-
Profesör, karanlık var mıdır?
Profesör ;
-'Tabi ki vardır'. Öğrenci yanıtlar,
-'Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü, karanlık da
yoktur.Yasamda/realitede karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde
çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte,biz Newton'un
prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga
uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit
ışık isini karanlık bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani
karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekanın/uzayın ne kadar
karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz!
Bu doğrudur değil mi? Karanlık, insanlık tarafından, ışığın olmadığı
yer/mekan için kullanılan bir kelimedir.
Son olarak öğrenci profesöre gene sorar;
-'Efendim şeytan var mıdır? Bu kez profesör pek emin
olamamakla birlikte yanıtlar;
-'Tabi ki, açıkladığım gibi, biz onu her
gün ,her yerde onu görürüz. Şeytan/kötülük bir kişinin başka bir kişiye
her gün sergilediği insaniyetsizliğinin bir örneğidir. O , dünyadaki
işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın
kendisinden başka bir şey de değildir.' der.
Öğrenci devam eder;
-'Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit
olarak Tanrı’nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğuk da olduğu gibi
insanın Tanrı’nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden
ibarettir. Tanrı, şeytanı yaratmadı. Şeytan/kötülük insanın tanrısal
sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir
sonucudur. O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın
olmadığı yere gelen karanlık gibidir.
Profesör yerine oturur.

Genç öğrencinin adi ALBERT EINSTEIN’dır.