20 Temmuz 2011 Çarşamba

Fatihanın Manası...


Bir Fransız doktorunun, namazın sağlığa faydası hakkında önemli bir keşfi vardır.
Fransız doktorunun keşfi şudur: Günde beş vakit namaz kılan bir kimse verem hastalığına tutulmaz. Çünkü verem mikrobu ciğere yapışır. Ciğerin damarlarının üst kısımındaki kan alt kısma tabü bir şekilde süzülür. Üst kısımda pek az kan kalır. Kanda akyuvarlar vardır. Akyuvarlar vücudu mikroplara karşı savunan bir kuvvettir. Ciğerin üst kısnıı kansız kaldığından oraya yapışan mikrop savunmasız kalır ve çoğalarak ciğeri tahrip etmeğe başlar. Kanın fazla bulunduğu kısma geldiği zaman verem mikropları çoğalmış ve büyük bir kuvvet kazanmış olur, artık akyuvarlar verem mikroplarına karşı koyamazlar. Bu kez verem mikropları akyuvarları yok etmeğe başlarlar. Bu suretle insan verem hastalığına tutulmuş olur.

Namaz kılan bir kimse rükua, secdeye giderken, ciğerlerinin alt kısmında olan kan muntazam bir şekilde üst kısma gelir. Ciğere henüz yapışmamış olan ve ufak bir kuvvet bile peydah edememiş bulunan verem mikrobuna akyuvarlar saldırır ve onları yok ederler. Çünkü her bir milimetre küp kanda yedi sekiz bin akyuvar vardır. Şu halde günde beş vakit namaz kılan kimsenin verem hastalığına yakalanmasına imkan yoktur.

Fransız doktorunun namaz hakkında olan bu keşfini bizim doktorlarımız da doğru ve uygun bulmuşlardır.

Bu anlatmış olduğumuz şeyler, namazın maddi ve sağlığa ilişkin faydalarından biridir. Bunun gibi daha bir çok faydaları vardır. Namazın en önemli faydaları manevidir ve Mevlanın rızasını kazanmaktır. Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem, “Esselatü miracül müminin” (Namaz müminin miracıdır) buyurmuşlardır. Kul, namaz ile Mevlasına yakın olur. Mevlanın lütuf ve keremine ve lahuti olan nurlarına ermiş olur. Bir meyve ağacı güneş ışığının içinde dura dura erdiği gibi, bir kul da Mevläsının huzurunda dura dura olgunlaşır.

Namaz, Allahü Teala ile konuşmaktır. Namazın Cenabı Hak ile konuşmak olduğunu apaçık ispat eden, her namazın her rekatında okuduğumuz Fatiha Suresinin manasıdır. Fatihanın manası pek geniştir. Burada kısaca bir mänasını anlatalım.

Fatihanın Manası

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdü lillahi rabbil alemin: Hamdüsena şu kainatı yoktan var eden ve bu günkü varlığını, intizamını koruyan ve bütün alemleri an-be-an terbiye eden Ulu Allaha Mahsustur. Errahman: Rahman, sıfatıyla yarattıklarının hepsine merhamet edip Rahman sıfatının rahmetini müslüman, hıristiyan, yahudi ve müşriklerden esirgemeyen, umumuna dünya nimetlerini ve dünyada yükselmeye sebep olan fenleri, sanatları, herkesin istidat ve çalışması ve gayreti nisbetinde veren. Errahim: Rahim sıfatıyla yalnız müslümanlara, müminlere merhamet edip onlara hidayet ve iman nuru veren, ahirette de onları ebedi nimete ve saadete mazhar kılacak olan. Maliki yevmiddin: Hamdüsena, kıyamet günü kullarının mükafat ve cezalarının yegane sahibi olan Ulu Allatıa mahsustur.

Cenabı Hak, Fatiha Suresini buraya kadar okuyan kuluna buyuruyor ki:

"Kulum, doğru söyledin, kainatı yoktan var eden ve bugünkü varlıklarını muhafaza eden, bütün alemleri azar azar büyüten, terbiye edip kemale erdiren bir rahmetimle yarattıklarımın hepsine rahmet eden, .diğer bir rahmetimle yalnız müminlere merhamet eden ve kıyamet gününün, yani mükafat ve cezalar gününün sahibi olan benim, sen benden ne istersin?" diye kuluna manen hitapeder.

Kul, İyyake nabüdü der: Yarabbi, sana kulluk etmek isterim. Ulu Mevla kuluna: "Ey kulum, sen bana nasıl kulluk edebilirsin? Sana söylerken söyleten, okumağa, ayakta durmağa, rükua ve secdeye varmaya, oturmaya kuvvet veren benim, ben sana kuvvet vermedikçe kendiliğinden hiç bir şey yapamazsın. Şu halde sen bana karşı ne suretle kulluk edebilirsin" der.

Aciz ve korku içindeki kul, İyyake nestain der: Yarabbi, yalnız senden yardım isteriz, her şeyi yalnız senden bekleriz. Çünkü sen herşeyin sahibisin. Senin iznin olmadan ateş yakmaz, su akmaz, toprak varolmaz ve bize hiç bir şey vermez, geceler gündüzler olmaz, alemler olmaz.

Kul, İhdinas sıratel müstakim sıratellezine enamte aleyhim der: Yarabbi, bizi doğru yola, kendilerini nimetlere erdirdiğin kulların yoluna eriştir.

Kul, Gayril mağdubi aleyhim ve leddalin amin der: Yarabbi, bizi gazabına uğrayanların, doğru yoldan sapmış ve dalalette kalmış olanların yoluna gönderme...

Ahmet KAYHAN

PADİŞAH MİHMAN OLMAZ


1. Vasıl olmaz kimse Hakka cümleden dur olmadan
Kenz açılmaz bir gönülde, ta ki pür nur olmadan

2. Sur çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hak

Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan

3. Mestolan mestane gelmiş ta ezelden ta ebed

İçtiler aşkın şarabın abı engür olmadan

4. "Ölmeden evvel ölünüz" sırrına mazhar olan

Haşrı neşri gördü burda, nefhayı sur olmadan

5. Hak cemali Kabesin kıldılar aşıklar tavaf

Yerde Kabe, gökyüzünde Beyti Mamur olmadan

6. Arif olanın kelamı gayriden gelmez amma

Pes "Enel Hak" nice desün kişi Mansur olmadan

7. Bir muhal sevdaya düşmüş gün, gece Şemi daim

Hakka vasıl olmak ister halka menfur olmadan.

Şemi

1. Cümleden dur: Herşeyden uzak. Kenz; Hazine. Pür nur: Salt ışık.

2. Ağyar: Yabancılar.

3. Abı engür: Üzüm suyu.

5. Beyti Mamur: Kabenin, yedinci kat gökteki prototipi. Kabe, bu Beytin (ev) yeryüzündeki izdüşümü olarak düşünülür.

6. Kelam: Söz. Pes: İmdi. Enel Hak: Ben Hakkım. Mansur: Hallacı Mansur.

7. Muhal: Olmayacak, imkansız. Menfur: Nefret edilen.

GÜLDEN DÜŞEN YAPRAKLAR



Allah Vedud, yani “Seven”dir. O’nun isimleri, istediklerini anlatır. O, isimleriyle nasıl olmamızı istediğini aydınlatır. Peygamberimiz Hubb-u İlahi’nin (ilahi sevginin) Alem-i nasut’ta (insanlık aleminde) büründüğü surettir. Aşk ayetidir. Bu nedenle İslam, sevgi dinidir. Makam-ı muhabbet, makam-ı Muhammed’dir. Gayb Aleminin, Alem-i rububiyyet denilen manevi semasında, Muhammed’siz, bir makamdan bir makama yükselmek, Allah’a manen yaklaşmak mümkün olmadığı gibi, muhabbetsiz de mümkün değildir. Allah Feahbebtü: “Sevdim” buyurmuş, kainatın ve zübde-i kainat olan insanın çamurunu Aşk şebnemiyle yoğurduğunu duyurmuştur.

Dinimiz Sevgi olmalı, Sevgi’den kaynaklanmalı, Sevgi, duygu düşünce ve davranışlarımıza egemen olmalıdır. Hayatımız burcu burcu Sevgi kokmalıdır. İbn-i Farid, “Allahım! Senin Sevgini Mezhep edindim” der, Allah’a manen yaklaşmak için Sevgi yolunu seçtiğini söyler. Peygamberimiz de şöyle der: “Allahım! Beni sevginle rızıklandır.” Allah’ın sevdiklerinin şu kimseler olduğunu söyler:

– Allah’ı kullarına sevdiren,

– Allah’a kullarını sevdiren,

– Gezerken rastladıklarına yararlı öğütler veren.

O halde Din adamının hayati görevi, Sevgi’ye hizmet etmektir. Mabedlerin gülsuyu kokmaları yeterli değildir. Burcu burcu sevgi kokmaları gerekir.

Aşk bir derttir, fakat derman arattırdığı, dermana ulaştırdığı için, aynı zamanda dermandır, Hz. Mevlana’nın buyurdukları gibi, hem zehir hem de panzehirdir. Lutfa uzanan kahırlar lütuf, kahıra uzanan kahırlar ise kahırdır. Hz. Mevlana’ya göre, “Güle yakın olan diken, gülden sayılır.”

Kur’an’ı güneş, ay veya lamba ışığında okumakla yetinmek, yetmez. Müminin bir de onun ışığında kendisini okuması, tanıması, noksanlarını tamamlaması gerekir. Kur’an’ı anlayarak okuyan uyanır, onu bilinçle yaşayan ise, Kemal’e uzanan yolda yol alır.

Kur’an ne yalnız bilmek, ne de onu bilip başkalarına bildirmek için gelmiştir. Kendimizde Allah yadigarı olarak bulunan kemal yeteneğini uyandırmak, geliştirmek, kemaline erdirmek, İnsan-ı Kamil olmak; Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)’in kemalini, yalnız satırlarda değil, sadırlarda bulmak; bu kemal ile Allah’ın yaratıklarına hizmete kendimizi adamak, Hakk’a hizmeti halka hizmette aramak; Peygamberimiz gibi, Allah’ın canlı cansız alemlerine rahmet olmak için indirilmiştir.

İnsan, Allah’a olan yakınlık ve uzaklığını, sofuluğuyla değil kemaliyle, onu kendisine verilişindeki hikmet ve amaca uygun şekilde kullanıp kullanmayışıyla ölçmelidir. Kur’an’da, Kur’an’ı yaşamayan, ondaki kemalle kemallenmeyen yerilmiş, Peygamberimiz hakkında, “O’nun ahlakı (yani kemali) Kur’an’dı,” denilmiştir.

Kutsal kitap üç çeşittir:

1. Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an (Bunların dördü de birdir, Ayat-ı Kavliye’dir),

2. Kainat Kitabı,

3. Zübde-i kainat olan, kainat kitabının fihristi halinde yaratılan İnsan.

Bunların ayetleri, fiili ayetler veya yaratılış ayetleridir. Bunlar da Allah’ındır, Allah’tandır; suretleriyle La İlahe, hakikatleriyle illallah’tır. Varlıkları mecazidir, Allah’ ın tecelli mazharı olmakla, varlıkları zahir ve süreklidir. Allah, her an bir başka tecellidedir; mevcudat, akan bir tecelliyat deryasıdır. Allah’ı diliyle (kalen) inkar eden kişi, gerçekte (halen) tasdiktedir. İnkarı da inkar ettiğiyle, onun yardımıyla yapar. Buna layık olmuş, layık olduğunu bulmuştur. Hidayete mazhar olmak, ona layık olmaya koşmayı gerektirir. Allah, Kur’an’da hidayet etmeyeceklerini belirtmiştir. İsteyen arar, araştıran bulur, bulan layık olur, layık olan layık olduğuna kavuşur.

Seven kimse olmak istemeyen, onu aramayan, ona layık olmaya çalışmayan bir kimsenin bulunacağını düşünmek bile mümkün değildir. Elbetteki korku da bunun aksidir. Korku olmalı, fakat sevgiden doğmalı, onun çocuğu olmalıdır.

Allah’a ayak adımıyla değil, İlim ve İrfan adımıyla yaklaşılır. Eğer ayak adımıyla yaklaşmaya kalkılırsa, uzaklaşılır. Derya nasıl varlığını dalgalarında izhar ederse, Allah da varlığını yaratıklarında izhar etmektedir. Bunun için Niyazi Mısri merhum, Divan’ında, “Benden görüp işiten, bildim ki ol canan imiş,” demektedir. İlimsiz ibadet; bakımsız, irfansız ibadet, meyvesiz ağaca benzer. Allah, insanları, İlim ve İrfan’a dayanan kemale yükselmeleri için yaratmış, onlara özgü Saadet’i kemale katmıştır.

Her ne kadar Rabbimizi bilmek, kendimizi bilmekle mümkünse de, Rabbimizi bulmak, kendimizi aşmakla, kendimizden geçmekle mümkündür.

Hakikat yolunun cenabetliği yalnız meniyle değil, aynı zamanda benlikledir. Kendisinden “Ben” damlayan kişi, manen cünüptür. Kur’an, temiz olmayanlara bir şey vermediği gibi, o, irfan semasından da tahir olmayanların ruhlarına, bir damla irfan rahmeti damlamaz. Allah, bunun için Kur’an’da Nahnu: “Biz” buyurur. Bu gerçeği tek başına namaz kılarken bile iyyake na’büdü ve iyyake nestaiyn dedirtmekle duyurur.

Abdestin namazdan önce olması, o manevi huzura abdestli olarak çıkılması, namazda kıraata öncelik tanınması ne anlamlıdır! Kur’an’da Yüzekkiküm: “Sizi arıtır,” buyurulması üzerinde de durmak, bu arıtmayı maddi tabir gibi almamak, nefsani duygu, düşünce ve davranışları da buraya katmak gerekir.

Allah’ın değer ölçüsü, Takva’dır. Bu kelime gerçekte bütün İslam’ı içine alır. Dört derecesi vardır. İlk derecesi, kendimizi Kitabullah olarak görmek, tanımak; Kitabullah gibi korumaktır. Kirletmekten, gölgelemekten sakınmaktır.

“Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan,” derler.

Allah padişahlığı istememiş, İslam da dünya padişahlığına yer vermemiştir. Padişahlık Emevilerden gelmedir. Peygamber, “Ben padişah değilim,” diyerek padişahlığı nefretle reddetmiştir. Bunun için, ben bu sözü şöyle söylerim: “Allah’a layık görülmez, Gönül, temiz olmadan.” Allah, gönüllerin mamur olmasını beklemez. Kırık, kendisine muhtaç, viran gönüllere meyleder, oraları mamur eder. Ona mamur gönüller değil, viran gönüller muhtaçtır.

Allah’ın, insanları Beytullah diye adlandırılan evine çağırması; ev sahibini hatırlamaları; O’na yaklaşmanın yoluna koyulmaları içindir. Ev sahibini bulamayanın evi bulmasında ne yarar olur? Marifet, evi değil, o evin sahibini ziyarettir.

Evini ziyaret maddi güçle, ev sahibini ziyaret manevi güçle olur. Birincisinde çöl, ikincisinde nefs aşılır, benlikten uzaklaşılır.

Hac, vuslatı hatırlatır, onu hacıya anlatırsa, hac yerini bulur. Hacı o zaman, o ibadetteki manayı ve yararı tam olarak bulur.

Puta tapanlar da gerçekte Allah’a tapmışlardır, çünkü Allah her yerde hazır ve nazırdır. Fakat onlar Allah’ı puta tahsis ettikleri, surette kaldıkları için, niyet ve kasıtlarından ötürü günahkardır. Zavallılar sureti aşamamış, Hakk’a ulaşamamışlardır.

Kabe’nin sırrını çözen için, her zerre Beytullah’tır. Allah her yerdedir. Halik’i gören mahluku görmezmiş, mahluku gören de Halik’i görmezmiş. En iyisi, Halik’i mahlukta, mahluku Halik’te temaşa etmek; Mecmaü’l Bahreyn (iki denizin birleştiği yer) ne imiş, bunu anlamak; bunları birbirine karıştırmamakmış. Derya olduğunu bilmek, fakat dalga olduğunu da asla unutmamakmış.

Kar nasıl güneşte erirse, benlik de İstiğrak’ta erir. İnsan namazda kendisinden geçtiği derecede namaz kılmış olur. Benlik, manevi cenabetlik sayıldığına göre, insanı Allah’ın manevi huzurunda, bu halden arıtan manevi guslün suyuna,İstiğrak (Allah’ta olmanın manevi hazzıyla kendinden geçmek) denir. Ve namaz İstiğrak’tır, istiğrak olmalıdır denilebilir.

Onu gerçek yüzüyle gören, gerçek manasıyla tanıyanlar, onun yalnız bedenle değil, gönülle de eda edilmesi gerektiğine inananlar tarafından böyle eda edilir.

İslam bir Tevhid tarlasıdır. Tevhid tarlasında Benlik otu boy vermez. Benlikle yapılan ibadetten, işten hayır gelmez. Tevhidi yaşayanda, şikayet asla duyulmaz ve görülmez.

Hakk’ın sevdiği kuluna uzanan eli, muhabbet; onu kendisine çekmesi cezbe ve marifet; kavuşturması ise, vuslattır. İnsana özgü mutluluk, kemalle yükselerek erişilen vuslattır.

Ayrılık, Cennet’te de olsa, orasını seven için Cehennem’e döndürür. Ayrılık diyarı, sevene Cennet olmaz.

İnsanın dertlerinin kaynağı olan derdinin devası, rızıkta değil, Rezzak’tadır. Bunun için yemeğe başlanırken besmele çekilir. Rezzak’tan gafilane yenen yemeğe, zehir dense yeridir.

Vahdet Ehli, feyz çeşmesine koşan değil, feyz deryasına ulaşandır.

Allah’la insan, deniz ve dalga gibidir. Bunların arasına nasıl girilir? Ve nasıl, bunların arasında yol olmalı denir? Bu yol nereye yerleştirilir?

Tokmak, o evin tokmağıdır. Fakat dışarıda olan, evin içinden ve içindekinden haberdar değildir. Onun gibi İslam’ın görünüşünde kalan kişi, evet İslam’dır, fakat kapı tokmağı gibi, İslam’da olandan haberdar değildir. Manaya yükselememiştir. Hacer-i Esved gibi olmayan, elinin öpülmesinden gurur duyan, elini öptürmemelidir.

Bir mümin, Kur’an’da Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)’in kemalinde kendisini bulabildiği derecede, İslam ve Allah’a yakındır. İslam’lık, Muhammediyyet’i giyinmektir, Muhammed’leşmektir, yani O’nun kemalinin varisi olmak, o kemalden gerektiği kadar nasibini almaktır.

Diğer bir bakımdan İslam, Peygamberimiz gibi Gönül aynasını Allah’a sevgiyle arzetmek, bu aynada O’nu bulmaktır. Allah’ın evi olmaktır.

Tecelli olduğunu, onunla oluştuğunu bildiği halde tecellide kalan, Hanifliğe ulaşamaz. Tecelliyi aşan, tecelli edene kavuşan ulaşır. Onun bakışları pencerede takılıp kalmaz. O, halktan değil, Hak’tan görür.

İnsanın başkalarında aradığı, kendisinde olandır.

Aşık’ta, maşukundan başkasına bakacak göz, döndürecek yüz, söyleyecek söz umanlar, Aşk’ı tanımayanlardır, Aşk onun hayatı, sevgilisi ise hayat kaynağıdır. Ondan bir an ayrılamaz. Peygamberimiz şöyle dua etti: “Rabbim! Beni bir göz açıp kapayıncaya kadar olsun, nefsime bırakma (gaflete kaptırma).”

Allah’ın sevdikleri, O’nu sevenlerdir. Allah’ın hoşnut oldukları, O’ndan hoşnut olanlardır. Hoşnut olmadıkları ise, O’nun takdirinden şikayet edenlerdir.

Hangi dini mezhepten olurlarsa olsunlar, Allah’ın sevdikleri kişiler, aynı mezheptendir. Bence Fırka-i Naciye (kurtulmuşlar zümresi) bunlardır. Çünkü Allah, sevmediğine kendisini sevdirmez. O halde bunlar, Allah’ın sevdikleridir.

Tevhid dinine tefrik sokanlara, tefrik ehli olanlara, eyvahlar olsun. Bir kadını seven erkekler, bir erkeği seven kadınlar, birbirlerini dövmek için köşebaşı beklerler. Allah’ı sevenler ise birbirlerini kucaklamak için köşebaşı beklerler. Bunun için Tevhid’e sevgiyle yükselinir.

La ile illa, Teşbih ile Tenzih vs. birbirlerinin zıddı oldukları halde, İslam bu zıtları birleştirerek bunlardan Tevhid’i çıkarmıştır. İman’ın koşullarında Peygamberleri, Kitapları birleştirip onlara yer vermiştir. Bu dinde nasıl tefrike yer bulunur? İşte Hz. Mevlana’nın; eserini Mesnevi tarzında yazmak ve adına Mesnevi demekle, Mesnevi ma dükkan-ı vahdetest: “Mesnevi’miz vahdet dükkanıdır” demekle anlatmak istediği budur. Mesnevi tarzında, ikilikte birlik, şekil ayrılığında mana birliği vardır. Zıtlar, cem olmuştur. İki mısra bir beyti manasıyla oluşturmuş, tamamlamış, onda elele vermiştir. Bu, kainattaki sırrı açıklamaktır. Ondan ders almaktır.

Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)’in Mirac’da yükseldiği, Hz. İsa’nın ve diğer Peygamberler’in katettiği sema, bu üstümüzdeki maddi sema değil, gayb Aleminin manevi semasıdır, Rububiyyet semasıdır. Allah’la kul arasındaki, Halik’le mahluk arasındaki semadır. Bu semadan, durmadan duraklamadan Hikmet yağar. İrfan dersanesi ve tekamül yurdu, Allah’ın üniversitesi olan bu aleme, Alem-i Nasut’a dersler verilir, gönderilir. Şu kişiler bunlardan yararlanamaz: a) Dünyaya gaflet gözlüğüyle bakan, midesi açısından tavukça bakan ve burayı yalnız yemlik olarak gören; b) Benlikte kalıp ilmini, zühdünü, ibadetini kendisine perde yapan; c) Allah’a hüsn-ü zanda değil, sui (kötü) zanda bulunan; d) Gönlünü Allah’a yöneltmeyen, onun kapılarını Halik’e kapayan.

Peygamberimiz’e göre İslam alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir. Ancak böyle olanlara İslam alimi denir. Süleyman Peygamber kuş dilini bilirmiş. İslam arifleri, kuştan konuşanı ve dilini bilirler.

İslam, anlamsız bir şekil yığını, mahsulsüz tarla gibi değildir. Bu dinde ibadetler, bir bakıma ikiye aynlır: a) Kazası mümkün olan ibadetler: Namaz, oruç, zekat, hac gibi. b) Kazası mümkün olmayan ibadetler: Kendimize, ailemize, milletimize, vatanımıza, devletimize, İslam ve insanlığımıza düşen görevleri aşkla, şevkle, şuurla, bilinçle, yerinde ve zamanında yerine getirmek; yükümlülüğümüzün gereklerini tam olarak yapmak.

Yaptığımız kazası mümkün olan ibadetlerin Allah katında kabul olup olmadığını, kazası mümkün olmayan ibadetlerimizden anlamalıyız. Kendisine, ailesine, vatanına, milletine, devletine, İslam ve İnsanlık alemine yararlı olmayan, hele zararlı olan insanın, gece kaim (namazda), gündüz saim (oruçlu) olsa bile, Cennet’e layık olamayacağına yürekten inanmalıyız. İslam’ı ve Cennet’i gölgelemekten kaçınmalıyız.

Camilerin toplum hayatımızdaki yerini ve değerini de, bizleri kazası mümkün olmayan ibadedere yükseltip yükseltmemesiyle ölçmeliyiz. Yükseltmeyen cami ve mescidin fonksiyonunu kaybetmiş olduğunu kabul etmeli, hemen onun içindeki vaiz ve hatibin değiştirilmesini ilgililerden taleb etmeli, camiyi diriltmeli, rayına oturtmalıyız. Onu cami, yani “toplayıp birleştirici” kılmalı, bizi birbirimize düşürmeye, aramıza nifak sokmaya çalışan vaiz veya hatibin bulunduğu camiden uzaklaşmalıyız. Çocuklarımızı da ondan korumalıyız. Çünkü ağızdan zehirleneni kurtarmak kolay, kulaktan zehirleneni kurtarmak ise zordur. Bağrına ağlayarak düştüğümüz bu dünyadan gülümseyerek gidebilen, bu alemin bütün karını süpürüp götürmüştür. Bu bahtiyarlığa, kazası mümkün olan ibadetlerle kazası mümkün olmayan ibadetleri, hakkıyla edaya yükselenler ararlar.

“Amme menfaati, şahıs menfaatinden üstündür.” Yani gerçek insan ve müslüman, toplumun yararını kendi yararından üstün tutan, ona zarar vermekten titizlikle kaçınandır. Buhari’deki bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Bir gece nöbet beklemek, geceleri namaz, gündüzleri oruçla geçen bin geceden hayırlıdır.” (Bu noktada, “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var” sözü hatırlanmalı, bu gerçeğe o açıdan bakılmalı ve bu gerçek o açıdan tanınmalıdır.)

Çok güç oluşan münbit toprak tabakası hafriyatta çıkarıldığında, onun yararlı bir yere tahsisi ispat edilmedikçe, Almanlar’ın ev yaptıran kişiye iskan raporu vermedikleri; o kişiye, “Vatan yalnız sınırlardaki topraklar değil, bütün topraklarımızdır,” denildiği söylenir. Ne güzel bir davranış.

Peygamberimiz savaşlarda sakınca gördüğünde oruç tutmaz, bozar ve Ashab’a da bozdururdu. Ebu Talha kahramanların en güzidelerindendi; düşmana karşı güçlü olmak için savaşa oruçlu olarak çıkmazdı. Peygamberimiz’in vefatından sonra Müslümanlar güçlendiklerinden, daima oruçlu oldu. Oruç İslam’ın beş koşulundan biri olduğu halde, onda insanın kişisel çıkarı olduğundan terkedilir, müslümanların yararı tercih edilirdi. Bunda müslümanlara çok değerli bir ders vardır.

İslam’da yasak olan, ırkçılıktır. Kur’an’da, Şuuben: “Milletler” buyuruluşu, Peygamberimiz’in “Milletin şereflisi, ona hizmet edendir,” deyişi, milliyetin bu kapsama girmediğini göstermektedir (ayrılığa alet edilmemek, eşitliği yaralamamak kaydıyla). İslam; kendimize, ailemize, vatanımıza, milletimize, devletimize, İslam ve insanlığımıza zararlı şekilde tefsir edilemez. Çünkü bu din, bunların hiçbirine zarar vermek için gelmemiştir. Ayrıca hiç kimse bu dine, bunlara zararı dokunsun diye girmemiştir ve giremez. Yararlı tefsir hatalı bile olsa, niyet temiz olduğundan; ameller niyetlere göre değerlendirileceğinden; sevaplar günahları gidereceğinden ötürü, o kişiye bundan bir zarar düşünülemez. Cennet, bunlara zararlı olanların yeri değil, yararlı olanların yeridir.

Ahmet KAYHAN

7 Temmuz 2011 Perşembe

Rüyetullah


Rüyetullah (Allahı görmek), ilahi sıfatları görmektir. Bu görüş iki çeşittir: Biri, öbür dünyada vasıtasız olarak Cemal sıfatının tecellisini görmek, diğeri de bu dünyada kalb aynası aracılığı ile ilahi sıfatların tecellisine ermek. Bu sıfatlar, “Kalb(Fuad) gördüğünü yalanlamadı” (Necm, 53:11) ayetinde bildirildiği üzere, kalp (fuad) gözüyle gö rülür. Bu konuda, şu hadisi şerifi de anmakta yarar vardır: "Mümin, Müminin aynası dır."

Burada birinci mümin, inanan kulun kalbi olup, ikincisi Cenabı Hakk’ın isimlerindendir. Her kim bu alemde sıfat tecellisine ererse, öbür alemde şekilsiz olarak zatını görür.

Bu anlatılanlar, Allahın sevgili kulları tarafından doğrulanmıştır.

Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar:

“Rabbimi, Rabbimle anladım.”

Hz. Ömer şöyle der:

“Kalbim Rabbimi, Rabbimin nuru ile gördü.”

Hz. Ebubekir şöyle der:

“Ben hiçbir şey görmedim ki, Allahı onda görmüş olmayayım.”

Hz. Ali şöyle der:

“Ben, görmediğim Allaha ibadet etmem.”

Bütün bu sözler, ilahi sıfatların gözlemini anlatır. Çünkü bir kimse, pencereye düşen güneşin ışığını görse ve “Güneşi gördüm” dese, yalan olmaz.

Marifet


Marifet, nefsin kara perdesini kalp aynasından açmak ve onu temizlemekle hasıl olur. O zaman Allahın Cemalinin gizli hazinesi gözükmeğe başlar, kalp sırrının özünde gözükür.

Allahü Teala, bir kudsi hadiste şöyle buyuruyor: "Ben, gizli bir hazine idim. Zatıma irfan duygusu taşınmasını istedim. Halkı, bunun için yarattım."

Bundan anlaşılıyor ki Allah insanı, marifeti (bilinmekliği) için yarattı.

Marifet, yani irfan sahibi olmak, iki şekilde anlatılır: Biri Allahın zatına, öbürü de sıfatma karşı irfan sahibi olmak.

Allahın sıfatına karşı arif olmakla, dünya ve ahirette cismin alacağı tad vardır. Ama onun zatına karşı irfan duygusunda, öbür alemde mukaddes ruhun alacağı haz var dır. Ayeti kerimede şöyle buyurulmuştur: “Biz onu kudsi ruhla teyid ettik” (Bakara, 2:87). Allahın zatına karşı irfan duygusu taşıyanlar, kutsal ruhla kuvvet bulmuşlardır.

Anlatılan bu marifet, ancak iki yönlü ilimle meydana gelir: Zahiri ilim, bir de batıni ilim. Anlatılanların gerçekleşmesi, bu iki ilme bağlıdır.

Peygamber Efendimiz, bu iki ilmi anlatırken şöyle buyurmuştur: “İlim, ikiye ayrılır. Biri dilde olur ki bu, Allahın kulları üzerindeki delilidir. Bir de kalbde olan ilim vardır ki, amaçların hasıl olması için, yararlı olan da budur.”

Kalemi Ala, Levhi Mahfuz


Kalemi Ala (Yüce Kalem), yaratıklara ait beliriş yerlerinde, Hakkın tayinlerinin, belirleyişlerinin öncesidir. Kalemi Ala, bir modeldir. Levhi Mahfuzda onun için ne ge rekli ise, onun şeklini alır. Akıl, Kalem yerindedir, nefs Levh yerindedir.

Şu hadisi şeriflere bakalım:

1. “Allah, önce Aklı yarattı.”

2. “Allah, önce Kalemi yarattı.”

3. “Allah, önce Resulünün ruhunu yarattı.”

Demek ki Aklı Evvel, Kalemi Ala ve Ruhu Muhammedi, tek cevherden ibarettir. Ancak bu tek cevher, yaratıklarla ilgili olduğunda Kalemi Ala, mutlak yaradılışla ilgili olduğunda Aklı Evvel, İnsanı Kamil ile ilgili olunca da Ruhu Muhammedi ismini alır.

Levhi Mahfuz (Korunmuş Levha), Hakka bağlı ilahi bir nurdur. Kainat kitabının aslı, Levhi Mahfuza yazılmıştır. Bütün varlıkların asıl baskısı odur.

Heyula, herşeyin ilk cevheridir. Levhi mahfuz, heyülanın anasıdır. Levhi Mahfuzda bulunmayan hiçbir şekil, heyula için gerekli değildir. Bir şekil, bir suret heyula için gerekli olduğu zaman ise, Kalem, o suretin icadını Levhi Mahfuza yazar.

Levhi Mahfuz, Nefsi Küldür (yani tümel nefstir). Kalemi Ala ise, Aklı Evveldir.

Levhi Mahfuzda yazılı olan Kader (ya da mukadder şeyler), iki çeşittir: Değiştirilmesi mümkün olmayan kader, değiştirilmesi mümkün olan kader. Birincisi, ilahi sı fatların bu dünyadaki gerekleridir. Bunların değiştirilmesine imkan yoktur. Değişebilen kader ise, bu alemin özelliklerinin bir gereğidir, eğer normal şekilde yürürse, Levhi Mahfuzda yazılı olan yerini bulur. Bazen de ilahi kudret, yürütmeyi durdurur.

Levhi Mahfuz deyimi ile anlatılan İlahi Nur, Allahın Zat nurudur. Zatının nuru ise aynen zattır.

Onda bölünme ve parçalanma olamaz. Zira o. Mutlak Haktır, Mutlak Gerçektir.

Bu anlatılırken. Nefsi Külli deyimi kullanılır. Bu yüzü ise. Mutlak Halktır. Elbet o, Levhi Mahfuzda Kuranı Meciddir" (Büruc, 85:21-22) ayetinde Kurandan kasıt, nefstir, yani yüce zatın nefsidir. Bu, İnsanı Kamilin nefsidir ve Nefsi Kül ile, Levhi Mahfuzdadır.

Ahmet KAYHAN