20 Temmuz 2011 Çarşamba

GÜLDEN DÜŞEN YAPRAKLAR



Allah Vedud, yani “Seven”dir. O’nun isimleri, istediklerini anlatır. O, isimleriyle nasıl olmamızı istediğini aydınlatır. Peygamberimiz Hubb-u İlahi’nin (ilahi sevginin) Alem-i nasut’ta (insanlık aleminde) büründüğü surettir. Aşk ayetidir. Bu nedenle İslam, sevgi dinidir. Makam-ı muhabbet, makam-ı Muhammed’dir. Gayb Aleminin, Alem-i rububiyyet denilen manevi semasında, Muhammed’siz, bir makamdan bir makama yükselmek, Allah’a manen yaklaşmak mümkün olmadığı gibi, muhabbetsiz de mümkün değildir. Allah Feahbebtü: “Sevdim” buyurmuş, kainatın ve zübde-i kainat olan insanın çamurunu Aşk şebnemiyle yoğurduğunu duyurmuştur.

Dinimiz Sevgi olmalı, Sevgi’den kaynaklanmalı, Sevgi, duygu düşünce ve davranışlarımıza egemen olmalıdır. Hayatımız burcu burcu Sevgi kokmalıdır. İbn-i Farid, “Allahım! Senin Sevgini Mezhep edindim” der, Allah’a manen yaklaşmak için Sevgi yolunu seçtiğini söyler. Peygamberimiz de şöyle der: “Allahım! Beni sevginle rızıklandır.” Allah’ın sevdiklerinin şu kimseler olduğunu söyler:

– Allah’ı kullarına sevdiren,

– Allah’a kullarını sevdiren,

– Gezerken rastladıklarına yararlı öğütler veren.

O halde Din adamının hayati görevi, Sevgi’ye hizmet etmektir. Mabedlerin gülsuyu kokmaları yeterli değildir. Burcu burcu sevgi kokmaları gerekir.

Aşk bir derttir, fakat derman arattırdığı, dermana ulaştırdığı için, aynı zamanda dermandır, Hz. Mevlana’nın buyurdukları gibi, hem zehir hem de panzehirdir. Lutfa uzanan kahırlar lütuf, kahıra uzanan kahırlar ise kahırdır. Hz. Mevlana’ya göre, “Güle yakın olan diken, gülden sayılır.”

Kur’an’ı güneş, ay veya lamba ışığında okumakla yetinmek, yetmez. Müminin bir de onun ışığında kendisini okuması, tanıması, noksanlarını tamamlaması gerekir. Kur’an’ı anlayarak okuyan uyanır, onu bilinçle yaşayan ise, Kemal’e uzanan yolda yol alır.

Kur’an ne yalnız bilmek, ne de onu bilip başkalarına bildirmek için gelmiştir. Kendimizde Allah yadigarı olarak bulunan kemal yeteneğini uyandırmak, geliştirmek, kemaline erdirmek, İnsan-ı Kamil olmak; Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)’in kemalini, yalnız satırlarda değil, sadırlarda bulmak; bu kemal ile Allah’ın yaratıklarına hizmete kendimizi adamak, Hakk’a hizmeti halka hizmette aramak; Peygamberimiz gibi, Allah’ın canlı cansız alemlerine rahmet olmak için indirilmiştir.

İnsan, Allah’a olan yakınlık ve uzaklığını, sofuluğuyla değil kemaliyle, onu kendisine verilişindeki hikmet ve amaca uygun şekilde kullanıp kullanmayışıyla ölçmelidir. Kur’an’da, Kur’an’ı yaşamayan, ondaki kemalle kemallenmeyen yerilmiş, Peygamberimiz hakkında, “O’nun ahlakı (yani kemali) Kur’an’dı,” denilmiştir.

Kutsal kitap üç çeşittir:

1. Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an (Bunların dördü de birdir, Ayat-ı Kavliye’dir),

2. Kainat Kitabı,

3. Zübde-i kainat olan, kainat kitabının fihristi halinde yaratılan İnsan.

Bunların ayetleri, fiili ayetler veya yaratılış ayetleridir. Bunlar da Allah’ındır, Allah’tandır; suretleriyle La İlahe, hakikatleriyle illallah’tır. Varlıkları mecazidir, Allah’ ın tecelli mazharı olmakla, varlıkları zahir ve süreklidir. Allah, her an bir başka tecellidedir; mevcudat, akan bir tecelliyat deryasıdır. Allah’ı diliyle (kalen) inkar eden kişi, gerçekte (halen) tasdiktedir. İnkarı da inkar ettiğiyle, onun yardımıyla yapar. Buna layık olmuş, layık olduğunu bulmuştur. Hidayete mazhar olmak, ona layık olmaya koşmayı gerektirir. Allah, Kur’an’da hidayet etmeyeceklerini belirtmiştir. İsteyen arar, araştıran bulur, bulan layık olur, layık olan layık olduğuna kavuşur.

Seven kimse olmak istemeyen, onu aramayan, ona layık olmaya çalışmayan bir kimsenin bulunacağını düşünmek bile mümkün değildir. Elbetteki korku da bunun aksidir. Korku olmalı, fakat sevgiden doğmalı, onun çocuğu olmalıdır.

Allah’a ayak adımıyla değil, İlim ve İrfan adımıyla yaklaşılır. Eğer ayak adımıyla yaklaşmaya kalkılırsa, uzaklaşılır. Derya nasıl varlığını dalgalarında izhar ederse, Allah da varlığını yaratıklarında izhar etmektedir. Bunun için Niyazi Mısri merhum, Divan’ında, “Benden görüp işiten, bildim ki ol canan imiş,” demektedir. İlimsiz ibadet; bakımsız, irfansız ibadet, meyvesiz ağaca benzer. Allah, insanları, İlim ve İrfan’a dayanan kemale yükselmeleri için yaratmış, onlara özgü Saadet’i kemale katmıştır.

Her ne kadar Rabbimizi bilmek, kendimizi bilmekle mümkünse de, Rabbimizi bulmak, kendimizi aşmakla, kendimizden geçmekle mümkündür.

Hakikat yolunun cenabetliği yalnız meniyle değil, aynı zamanda benlikledir. Kendisinden “Ben” damlayan kişi, manen cünüptür. Kur’an, temiz olmayanlara bir şey vermediği gibi, o, irfan semasından da tahir olmayanların ruhlarına, bir damla irfan rahmeti damlamaz. Allah, bunun için Kur’an’da Nahnu: “Biz” buyurur. Bu gerçeği tek başına namaz kılarken bile iyyake na’büdü ve iyyake nestaiyn dedirtmekle duyurur.

Abdestin namazdan önce olması, o manevi huzura abdestli olarak çıkılması, namazda kıraata öncelik tanınması ne anlamlıdır! Kur’an’da Yüzekkiküm: “Sizi arıtır,” buyurulması üzerinde de durmak, bu arıtmayı maddi tabir gibi almamak, nefsani duygu, düşünce ve davranışları da buraya katmak gerekir.

Allah’ın değer ölçüsü, Takva’dır. Bu kelime gerçekte bütün İslam’ı içine alır. Dört derecesi vardır. İlk derecesi, kendimizi Kitabullah olarak görmek, tanımak; Kitabullah gibi korumaktır. Kirletmekten, gölgelemekten sakınmaktır.

“Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan,” derler.

Allah padişahlığı istememiş, İslam da dünya padişahlığına yer vermemiştir. Padişahlık Emevilerden gelmedir. Peygamber, “Ben padişah değilim,” diyerek padişahlığı nefretle reddetmiştir. Bunun için, ben bu sözü şöyle söylerim: “Allah’a layık görülmez, Gönül, temiz olmadan.” Allah, gönüllerin mamur olmasını beklemez. Kırık, kendisine muhtaç, viran gönüllere meyleder, oraları mamur eder. Ona mamur gönüller değil, viran gönüller muhtaçtır.

Allah’ın, insanları Beytullah diye adlandırılan evine çağırması; ev sahibini hatırlamaları; O’na yaklaşmanın yoluna koyulmaları içindir. Ev sahibini bulamayanın evi bulmasında ne yarar olur? Marifet, evi değil, o evin sahibini ziyarettir.

Evini ziyaret maddi güçle, ev sahibini ziyaret manevi güçle olur. Birincisinde çöl, ikincisinde nefs aşılır, benlikten uzaklaşılır.

Hac, vuslatı hatırlatır, onu hacıya anlatırsa, hac yerini bulur. Hacı o zaman, o ibadetteki manayı ve yararı tam olarak bulur.

Puta tapanlar da gerçekte Allah’a tapmışlardır, çünkü Allah her yerde hazır ve nazırdır. Fakat onlar Allah’ı puta tahsis ettikleri, surette kaldıkları için, niyet ve kasıtlarından ötürü günahkardır. Zavallılar sureti aşamamış, Hakk’a ulaşamamışlardır.

Kabe’nin sırrını çözen için, her zerre Beytullah’tır. Allah her yerdedir. Halik’i gören mahluku görmezmiş, mahluku gören de Halik’i görmezmiş. En iyisi, Halik’i mahlukta, mahluku Halik’te temaşa etmek; Mecmaü’l Bahreyn (iki denizin birleştiği yer) ne imiş, bunu anlamak; bunları birbirine karıştırmamakmış. Derya olduğunu bilmek, fakat dalga olduğunu da asla unutmamakmış.

Kar nasıl güneşte erirse, benlik de İstiğrak’ta erir. İnsan namazda kendisinden geçtiği derecede namaz kılmış olur. Benlik, manevi cenabetlik sayıldığına göre, insanı Allah’ın manevi huzurunda, bu halden arıtan manevi guslün suyuna,İstiğrak (Allah’ta olmanın manevi hazzıyla kendinden geçmek) denir. Ve namaz İstiğrak’tır, istiğrak olmalıdır denilebilir.

Onu gerçek yüzüyle gören, gerçek manasıyla tanıyanlar, onun yalnız bedenle değil, gönülle de eda edilmesi gerektiğine inananlar tarafından böyle eda edilir.

İslam bir Tevhid tarlasıdır. Tevhid tarlasında Benlik otu boy vermez. Benlikle yapılan ibadetten, işten hayır gelmez. Tevhidi yaşayanda, şikayet asla duyulmaz ve görülmez.

Hakk’ın sevdiği kuluna uzanan eli, muhabbet; onu kendisine çekmesi cezbe ve marifet; kavuşturması ise, vuslattır. İnsana özgü mutluluk, kemalle yükselerek erişilen vuslattır.

Ayrılık, Cennet’te de olsa, orasını seven için Cehennem’e döndürür. Ayrılık diyarı, sevene Cennet olmaz.

İnsanın dertlerinin kaynağı olan derdinin devası, rızıkta değil, Rezzak’tadır. Bunun için yemeğe başlanırken besmele çekilir. Rezzak’tan gafilane yenen yemeğe, zehir dense yeridir.

Vahdet Ehli, feyz çeşmesine koşan değil, feyz deryasına ulaşandır.

Allah’la insan, deniz ve dalga gibidir. Bunların arasına nasıl girilir? Ve nasıl, bunların arasında yol olmalı denir? Bu yol nereye yerleştirilir?

Tokmak, o evin tokmağıdır. Fakat dışarıda olan, evin içinden ve içindekinden haberdar değildir. Onun gibi İslam’ın görünüşünde kalan kişi, evet İslam’dır, fakat kapı tokmağı gibi, İslam’da olandan haberdar değildir. Manaya yükselememiştir. Hacer-i Esved gibi olmayan, elinin öpülmesinden gurur duyan, elini öptürmemelidir.

Bir mümin, Kur’an’da Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)’in kemalinde kendisini bulabildiği derecede, İslam ve Allah’a yakındır. İslam’lık, Muhammediyyet’i giyinmektir, Muhammed’leşmektir, yani O’nun kemalinin varisi olmak, o kemalden gerektiği kadar nasibini almaktır.

Diğer bir bakımdan İslam, Peygamberimiz gibi Gönül aynasını Allah’a sevgiyle arzetmek, bu aynada O’nu bulmaktır. Allah’ın evi olmaktır.

Tecelli olduğunu, onunla oluştuğunu bildiği halde tecellide kalan, Hanifliğe ulaşamaz. Tecelliyi aşan, tecelli edene kavuşan ulaşır. Onun bakışları pencerede takılıp kalmaz. O, halktan değil, Hak’tan görür.

İnsanın başkalarında aradığı, kendisinde olandır.

Aşık’ta, maşukundan başkasına bakacak göz, döndürecek yüz, söyleyecek söz umanlar, Aşk’ı tanımayanlardır, Aşk onun hayatı, sevgilisi ise hayat kaynağıdır. Ondan bir an ayrılamaz. Peygamberimiz şöyle dua etti: “Rabbim! Beni bir göz açıp kapayıncaya kadar olsun, nefsime bırakma (gaflete kaptırma).”

Allah’ın sevdikleri, O’nu sevenlerdir. Allah’ın hoşnut oldukları, O’ndan hoşnut olanlardır. Hoşnut olmadıkları ise, O’nun takdirinden şikayet edenlerdir.

Hangi dini mezhepten olurlarsa olsunlar, Allah’ın sevdikleri kişiler, aynı mezheptendir. Bence Fırka-i Naciye (kurtulmuşlar zümresi) bunlardır. Çünkü Allah, sevmediğine kendisini sevdirmez. O halde bunlar, Allah’ın sevdikleridir.

Tevhid dinine tefrik sokanlara, tefrik ehli olanlara, eyvahlar olsun. Bir kadını seven erkekler, bir erkeği seven kadınlar, birbirlerini dövmek için köşebaşı beklerler. Allah’ı sevenler ise birbirlerini kucaklamak için köşebaşı beklerler. Bunun için Tevhid’e sevgiyle yükselinir.

La ile illa, Teşbih ile Tenzih vs. birbirlerinin zıddı oldukları halde, İslam bu zıtları birleştirerek bunlardan Tevhid’i çıkarmıştır. İman’ın koşullarında Peygamberleri, Kitapları birleştirip onlara yer vermiştir. Bu dinde nasıl tefrike yer bulunur? İşte Hz. Mevlana’nın; eserini Mesnevi tarzında yazmak ve adına Mesnevi demekle, Mesnevi ma dükkan-ı vahdetest: “Mesnevi’miz vahdet dükkanıdır” demekle anlatmak istediği budur. Mesnevi tarzında, ikilikte birlik, şekil ayrılığında mana birliği vardır. Zıtlar, cem olmuştur. İki mısra bir beyti manasıyla oluşturmuş, tamamlamış, onda elele vermiştir. Bu, kainattaki sırrı açıklamaktır. Ondan ders almaktır.

Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun)’in Mirac’da yükseldiği, Hz. İsa’nın ve diğer Peygamberler’in katettiği sema, bu üstümüzdeki maddi sema değil, gayb Aleminin manevi semasıdır, Rububiyyet semasıdır. Allah’la kul arasındaki, Halik’le mahluk arasındaki semadır. Bu semadan, durmadan duraklamadan Hikmet yağar. İrfan dersanesi ve tekamül yurdu, Allah’ın üniversitesi olan bu aleme, Alem-i Nasut’a dersler verilir, gönderilir. Şu kişiler bunlardan yararlanamaz: a) Dünyaya gaflet gözlüğüyle bakan, midesi açısından tavukça bakan ve burayı yalnız yemlik olarak gören; b) Benlikte kalıp ilmini, zühdünü, ibadetini kendisine perde yapan; c) Allah’a hüsn-ü zanda değil, sui (kötü) zanda bulunan; d) Gönlünü Allah’a yöneltmeyen, onun kapılarını Halik’e kapayan.

Peygamberimiz’e göre İslam alimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir. Ancak böyle olanlara İslam alimi denir. Süleyman Peygamber kuş dilini bilirmiş. İslam arifleri, kuştan konuşanı ve dilini bilirler.

İslam, anlamsız bir şekil yığını, mahsulsüz tarla gibi değildir. Bu dinde ibadetler, bir bakıma ikiye aynlır: a) Kazası mümkün olan ibadetler: Namaz, oruç, zekat, hac gibi. b) Kazası mümkün olmayan ibadetler: Kendimize, ailemize, milletimize, vatanımıza, devletimize, İslam ve insanlığımıza düşen görevleri aşkla, şevkle, şuurla, bilinçle, yerinde ve zamanında yerine getirmek; yükümlülüğümüzün gereklerini tam olarak yapmak.

Yaptığımız kazası mümkün olan ibadetlerin Allah katında kabul olup olmadığını, kazası mümkün olmayan ibadetlerimizden anlamalıyız. Kendisine, ailesine, vatanına, milletine, devletine, İslam ve İnsanlık alemine yararlı olmayan, hele zararlı olan insanın, gece kaim (namazda), gündüz saim (oruçlu) olsa bile, Cennet’e layık olamayacağına yürekten inanmalıyız. İslam’ı ve Cennet’i gölgelemekten kaçınmalıyız.

Camilerin toplum hayatımızdaki yerini ve değerini de, bizleri kazası mümkün olmayan ibadedere yükseltip yükseltmemesiyle ölçmeliyiz. Yükseltmeyen cami ve mescidin fonksiyonunu kaybetmiş olduğunu kabul etmeli, hemen onun içindeki vaiz ve hatibin değiştirilmesini ilgililerden taleb etmeli, camiyi diriltmeli, rayına oturtmalıyız. Onu cami, yani “toplayıp birleştirici” kılmalı, bizi birbirimize düşürmeye, aramıza nifak sokmaya çalışan vaiz veya hatibin bulunduğu camiden uzaklaşmalıyız. Çocuklarımızı da ondan korumalıyız. Çünkü ağızdan zehirleneni kurtarmak kolay, kulaktan zehirleneni kurtarmak ise zordur. Bağrına ağlayarak düştüğümüz bu dünyadan gülümseyerek gidebilen, bu alemin bütün karını süpürüp götürmüştür. Bu bahtiyarlığa, kazası mümkün olan ibadetlerle kazası mümkün olmayan ibadetleri, hakkıyla edaya yükselenler ararlar.

“Amme menfaati, şahıs menfaatinden üstündür.” Yani gerçek insan ve müslüman, toplumun yararını kendi yararından üstün tutan, ona zarar vermekten titizlikle kaçınandır. Buhari’deki bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Bir gece nöbet beklemek, geceleri namaz, gündüzleri oruçla geçen bin geceden hayırlıdır.” (Bu noktada, “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var” sözü hatırlanmalı, bu gerçeğe o açıdan bakılmalı ve bu gerçek o açıdan tanınmalıdır.)

Çok güç oluşan münbit toprak tabakası hafriyatta çıkarıldığında, onun yararlı bir yere tahsisi ispat edilmedikçe, Almanlar’ın ev yaptıran kişiye iskan raporu vermedikleri; o kişiye, “Vatan yalnız sınırlardaki topraklar değil, bütün topraklarımızdır,” denildiği söylenir. Ne güzel bir davranış.

Peygamberimiz savaşlarda sakınca gördüğünde oruç tutmaz, bozar ve Ashab’a da bozdururdu. Ebu Talha kahramanların en güzidelerindendi; düşmana karşı güçlü olmak için savaşa oruçlu olarak çıkmazdı. Peygamberimiz’in vefatından sonra Müslümanlar güçlendiklerinden, daima oruçlu oldu. Oruç İslam’ın beş koşulundan biri olduğu halde, onda insanın kişisel çıkarı olduğundan terkedilir, müslümanların yararı tercih edilirdi. Bunda müslümanlara çok değerli bir ders vardır.

İslam’da yasak olan, ırkçılıktır. Kur’an’da, Şuuben: “Milletler” buyuruluşu, Peygamberimiz’in “Milletin şereflisi, ona hizmet edendir,” deyişi, milliyetin bu kapsama girmediğini göstermektedir (ayrılığa alet edilmemek, eşitliği yaralamamak kaydıyla). İslam; kendimize, ailemize, vatanımıza, milletimize, devletimize, İslam ve insanlığımıza zararlı şekilde tefsir edilemez. Çünkü bu din, bunların hiçbirine zarar vermek için gelmemiştir. Ayrıca hiç kimse bu dine, bunlara zararı dokunsun diye girmemiştir ve giremez. Yararlı tefsir hatalı bile olsa, niyet temiz olduğundan; ameller niyetlere göre değerlendirileceğinden; sevaplar günahları gidereceğinden ötürü, o kişiye bundan bir zarar düşünülemez. Cennet, bunlara zararlı olanların yeri değil, yararlı olanların yeridir.

Ahmet KAYHAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumlarınız için teşekkür ederim..