20 Aralık 2008 Cumartesi

amak-ı hayal


(...) şehri Türkiye'nin en büyük ve en güzel şehirlerinden bi¬ridir. Ben uzun bir süre bu şehirde, şehrin ortasında bulunan bir mahallede oturdum. Hükümet konağı ile evim arasındaki yollar¬da dikkat çekici pek çok şey vardı: Köhne evler, herbiri birer pa-rişanlık ve yoksulluk yuvası olan bir sürü virane, yürünemeye-cek hâlde sokaklar, pislik içinde caddeler... Fakat hepsinden il¬ginç olan, evime yakın eski bir mezarlıktı.
Bu mezarlığın etrafı çok sağlam ve sanatkârane yapılmış du¬varlarla çevriliydi. Duvarda, onar metre arayla yapılmış pencere¬lere takılmış olan tunç parmaklıklar gerçekten övgüye değerdi. Mezarlığın kapısı tahtadandı ve sonradan takılmıştı. Eski kapısı¬nın, zamana karşı direnemediği anlaşılıyordu.

Bu mezarlık, sadece hatıra ve ölülerin gömüldüğü bir yer de¬ğil, aynı zamanda birçok değerli eserin bulunduğu bir hazineydi. Pencerelerden görüldüğü kadarıyla, mezar taşlannda, eski hattat¬larımızın kalemlerinden çıkmış bir sürü yazı vardı.
Bu yazıların, şiir ve edebiyat bakımından da önem taşıdığına hükmetmek mümkündü.
Mezar taşlarının tepesindeki kavuklar, külahlar, taçlar tarihî yönden incelenmeye değerdi. Uzun zamandan beri terkedilmiş olan bu mezarlık, esrarengiz bir güzelliğe sahipti. Adam boyunda otlar, sanki ölü kokusu yayan baldıranlar baharla birlikte me¬zarlığı kaplıyordu. Şimdilerde şehrin ortasında kalmış olan bu mezarlığın, vaktiyle şehrin kenarında olduğu kesindi. Sonraları şehrin büyümesiyle mezarlık ortada kalmıştı.

Ben hergün bu mezarlığın önünden geçiyor, her geçişimde bu¬rayı ziyaret etmek istiyordum. Fakat bizim gibi, değerli vakitleri¬nin bir kısmını geçim teminine, diğer kısmını zevk ve eğlenceye ayırmış olan gençlerin mezarlıklarla uğraşmaya hiç vakti olur mu?
İşte, ben de o zamanlar vaktini boş şeylerle uğraşarak geçiren bir gençtim. Söylediğim gibi, bu mezarlığın önünden hergün geç¬tiğim hâlde, duvarının düzgün ve sağlam oluşunu takdir etmek için yalnızca bir dakikamı feda edebilirdim.

İlk durumumla son durumum arasındaki zıtlığı anlatabilmek için, kendi hakkımda birkaç kelime sarfetmem gerekiyor:
Dinine bağlı ve çok iyi bir annenin tam bir titizliği içinde ge¬çen çocukluğum bende sarsılmaz bir din duygusu ve yıkılmaz bir ahlâk anlayışı oluşturmuştu. İyi bir öğrenim gördüm. Son derece zeki olduğumdan, bilgi noktasında, arkadaşlarımdan üstün du¬rumdaydım. Pek çok genç gibi, okuldan çıkar çıkmaz kitapları bir köşeye atmak yerine, bilgimi artırmaya çalışırdım. Az çok, her konuda fikir sahibi olmuştum. Arkadaşlarım gibi dinî ilimlerden yüz çevirmeyip, zahirî ve batını konularda bilgi sahibi oldum. İş¬te bu bilgi yığınının altında birgün kalbimin durumunu inceledi¬ğim zaman, acayip bir karmaşa içinde olduğunu hayretle gör¬düm. Küfür ile iman, inkâr ile ikrar, tasdik ile şüphe arasında bir durumdaydım. Kalbimle inkâr ettiğimi aklımla, aklımla inkâr et¬tiğimi kalbimle kabul ediyordum.


Kısacası, şüphe denilen ejdarha tüm bedenimi sarmıştı. Bir fikri ne kadar sağlam temeller üzerine kurarsam kurayım, şüphe ejderhası bir dokunuşta onu yerle bir ediyordu. Bari tam bir in¬kârla sabit bir noktada kalabilseydim. Ama ne gezer, inkâr başka şey, şüphe başka şey. Şüphe ejderhası doğru olan her fikrin düş¬manıydı, ikrar olsun, inkâr olsun, kesin olan hiçbir şeyi kabul et¬miyordu. Hayattaki sahneleri fikrin dış âleme bir yansıması olarak kabul edersek, ne müthiş bir azapta, ne dayanılmaz bir ateş¬te kaldığım anlaşılır.
Herkes için normal olan şeyler bana başka türlü görünüyor¬du. Bu yüzden aşkta da, parada da şanssızdım. İnsanlardan kaçan biri olmuştum.

Bu dayanılmaz durumdayken, birazcık rahatı, sarhoş olup kendimden geçmekte buluyordum. Sürekli içki içmekten bede¬nim mahvolmak üzereydi. Birgün bütün manevî gücümü kulla¬narak kendimi bu sersemlikten kurtardım. Şüphe ejderhasını öl¬dürecek delilleri ele geçirmek ümidiyle araştırma ve inceleme yapmaya koyuldum. Yeniden, batını ilimlerle meşgul olan meş¬hur kimselere başvurmaya başladım. Aralannda çok erdemli in¬sanlara rastladım. Ne çare ki onların sahip olduğu ilimler bence, ilkel insanlann uydurduğu efsanelerden başka birşey değildi. İçi¬ne düştüğüm çıkmazdan kurtulmak için, bütün delillerimi çürü¬tecek, var olduğu iddia edilen gerçekleri bana apaçık gösterecek biri gerekliydi. Böyle birisine rastlamadım.

(...) şehrinde Batı ilimleriyle uğraşan iki cemiyet vardı. Bun¬lardan biri İspirit Cemiyeti'ydi. Ruh çağırma ve buna benzer ka¬rışık kuruşuk işlerden tutun da, masa çevirmek gibi eğlencelere kadar, herşeyle uğraşıyorlardı. İleri gelenleriyle görüştüm. Ru¬hun varlığına tam olarak inanıyorlardı. Fakat ileri sürdükleri de¬liller bence, hayalgücünün bir oyunundan ibaretti. Sonra, man-yetizmle uğraşan bir cemiyetle dostluk kurdum. Lâkin bunlar ba¬na ne verebilirdi, kocaman bir hiçten başka. İnsan dünya malına sahip oldukça birtakım gizil güçlere de sahip olmak ister. İşte o kadar. Bu güçlerin.gizil olmasının bence hiçbir önemi yoktu. Ben bunlann üstünde şeyler arıyordum.

Dört sene devam eden bu ikinci çalışma döneminde de hiçbir-şey kazanmamamın yanı sıra, öğrendiğim herşey şüphe ejderha¬sına besin olduğu için bir kere daha tepetaklak oldum. Bu defa cehenneme düşmüştüm. Zavallı beynimin içi harp alanı gibiydi. Birbirine zıt fikir dalgaları hiç durmadan birbiriyle çarpışarak ka¬famı gürültüyle dolduruyordu. Zihnî faaliyetim hayret edilecek bir durumdaydı. Teselliyi sarhoş olup kendimden geçmede ara¬dım. En uçarı ve çapkın kişilerin elebaşısı oldum. Âlem yapmak beni kendimden geçiriyor ve bir bakıma mutlu ediyordu. İçi¬yor... içiyordum.

Arkadaşlarımı uçan ve çapkın olarak nitelememe bakıp da onların berbat insanlar olduklarını zannetmeyin. Bilakis onlar tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Fakat eğlenceye düşkün¬düler ve zevk perisinin yolundaydılar. Bu da hâlet-i ruhiyelerinin neticesiydi. Zira umursamazlık yolunu tutmuşlardı. Bunların bir kısmı, üzerinde ihtisas yaptıkları ilimle meşgul olur, adına felse¬fe denilen varlık bilmecesiyle uğraşmazdı. Diğer kısmı ise, dinle alâkası olmayan, din ve felsefeye efsane artığı şeyler gözüyle ba¬kan kimselerdi. Tuhaf ama ben bunlara özenirdim. Gerçekten çok tuhaf!..



Bir kısmı ise, Ramazan kandillerini gördüğü zaman müslü-man olduğunu hatırlardı. Kandiller yandığı zaman ellerine tespi¬hi alıp, cami cami dolaşır, hiçbir şey anlamamalarına rağmen Kuran-ı Kerim ve vaaz dinlerlerdi. İkindi vakti uyanmak şartıyla oruç bile tutarlardı. Oruç tuttuğu hâlde namaz kılmaya gerek görmeyenleri de vardı. Uzun bir namaz olan teravihe hiçbiri ya¬naşmazdı. Ramazan bitti mi, bunların dinî duygusu da "elveda!" diyerek yoluna giderdi. Mevsimlik elbise giymeye benzeyen bu çeşit dindarlığa ben her zaman hayret ederdim.
Güzel bir bahar günü, arkadaşlardan birkaçı, kırda âlem yap¬ma fikrini ortaya attı. Uzun bir müzakerenin sonunda, güzelliğiy¬le meşhur (...) kasabasına gitmeye ve orada üç gün âlem yapma¬ya karar verdik. Bu kasaba ile şehir merkezi arasında tren çalışı¬yordu. Orada bulamayacağımız şeyleri yanımıza aldıktan sonra trene bindik.

(...) şehrinin civarlan huzur vericidir. Hele trenin geçtiği yer¬ler gerçekten insanı mest eder. Tabiatın görülmeye değer manza¬raları arkadaşlarımı acayip neşelendirmişti. Oysa ben büyük bir hüzne düşmüştüm. Sürerlik ve kalıcılık olmadıktan sonra, eşi ve benzeri bulunmayan bir güzellik ne işe yarar.
Bu güzellikleri gören nadir insanlardan biri olmama rağmen "insan ebedî mi?" diye soruyordum kendime. Adına dünya dedi¬ğimiz bu durağı, derin bir üzüntüye kapılmadan seyretmek aca¬ba mümkün mü? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Saf bir inancın çok güzel cevapladığı bu soruya akıl ve fen cevap vere¬miyordu. Tabiata bir kere daha baktım. Bu seferki bakışımda, eş¬siz güzellikler kayboldu. Işık söndü. Her taraf karanlığa boğuldu. Sanki hakikat olanca dehşetiyle görünüverdi gözüme o an.

İnsanın gözlerini kamaştıran çimenlerin yeşil rengi yalnızca bir ışık oyunu... Mini mini kuşların cıvıltısı yalnızca bir hava tit¬reşimi. .. Âlemleri kaplayan bu ışık yalnızca herşeye nüfuz eden bir dalgalanma... Kısacası herşey bir zorunluluğun, bir kanunun esiri. O an karşımda sanki Budha Gotoma belirdi. Hazin bir te¬bessümle ve sararmış çehresiyle bana Hiç! Hiç! Hiç!" diyordu.
Çok fazla derinlere daldığımı farkeden bir arkadaş:
-Yine neyin var? dedi.
-Hiç, dedim.
Bu "hiç" yalnızca o andaki hâlimi açıklamak için söylenmişti. Ağzımdan çıkan bu "hiç" kelimesi aslında kâinatı tarif ediyordu.
Sessiz ve üzgün hâlimden rahatsız olan arkadaşlar bana çıkış¬maya başladılar. Malûmdur ki eğlenceye giden birinin, cenaze alaymdakilere özgü üzüntülü bir manzara sergilemesi çekilir bir-şey değildir. Çünkü üzüntü, sevinçten daha bulaşıcıdır.



Arkadaşlardan biri: "İlâcı unuttuk" dedi ve külah biçiminde¬ki kadehimi doldurdu. Bu kadeh beş defa dolup boşaldıktan son¬ra keyfim yerine geldi. Dünyada benden daha neşeli biri yoktu artık. Yolculuğumuz büyük bir neşe içinde geçti. İkindi suların¬da (...) kasabasına vardık. Bu kasaba gördüğüm yerler içinde en güzel olanıdır. Bu mini minnacık yerden o kadar hoşlanmışımdır ki imkânım olsa orada otururdum. Kasabadaki evler birbirinden hayli uzaktır ve herbiri üçbeş dönüm büyüklüğündeki bahçele¬rin içindedir. Her evin bahçesinde bir sürü ark vardır. Hatta bazı sokaklarında kocaman arklar vardır. Bahçeler meyveli ağaçlarla doludur. Bu kasabada bir sürü gül yetişir. Pek çok bülbül vardır. Hasılı (...) kasabası yeryüzünün cennetlerinden biridir.
Kasabaya vardığımızda, daha önceden birkaç kere misafiri ol¬duğumuz bir zat tarafından karşılandık. O geceyi dostumuzun evinde geçirdik. Ertesi sabah "Subaşı" denilen yere gittik. Sayısız kaynaklardan çıkarak doğal bir havuzda birleştikten sonra sayı¬sız kollara ayrılan suların şırıltısı güzel bir şarkı gibi kulakları ok¬şuyordu. En güzel yeri seçmiştik.
Yalnız o yerde bizden önce gelmiş iki kişi vardı. Onlan gördü¬ğümüz zaman ağızlarımızdan çıkan sözler sanırım bu kişiler hak¬kında bir fikir verebilir: "İki serseri, iki dilenci, iki sarhoş, iki derviş."
Gerçekten pejmürde giyimli olan bu iki adam, sanırım, bu sı¬fatların hepsini hak etmişti. Biz de oturduk. Pejmürdeler bize zerre kadar önem vermediler. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Sanki biz hayal türünden birşeymişiz gibi, bu iki devletlinin bir ba¬kışına bile hedef olmadık. Hatta arkadaşlardan birinin: "Es-Selâmü Aleyküm"ü bile havaya gitti. Sonra, arkadaşlardan herbiri birşeyle meşgul olmaya başladı. Kimi yemek pişirmekle, kimi meze hazır¬lamakla uğraşıyordu. Ben de hasırlının (içkinin) başına geçerek beynimi uyuşturmaya karar verdim.
Tesadüf bu ya, pejmürdelerin yanına düşmüştüm. Onlar ken¬di aralarında konuşuyorlardı. Ben de konuşulanlara kulak misa¬firi oluyordum. Elli yaşlarında olanı konuşuyor, daha genç olanı dinliyordu. Bunların konuştuklarını işitince, ilk önce deli olduk¬larına hükmettim. Gerçekten deliydiler. Yalnız delilerin "mec¬zup" denilen cinsinden... İşin garip tarafı, bu iki pejmürdenin konuştuğu konular, beni öteden beri meşgul eden konulardı. Yaşlı deli, genç deliye şöyle diyordu:
-Bu âlemde olan herşey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı. Ben "hep"im ya da "hiç"im. Ben "hiç"im ya da "hep"im. Zaten "hiç" ve "hep" aynıdır, tek şeydir. Fakat cahil insanlar aynı şeyi iki farklı isimle anıyorlar.
Konuşmanın gerisini varın siz tahmin edin. Hayret içinde kal¬dım. İstemeden söze karıştım:
-Çok tuhaf! "Var" ile "yok" eşit olur mu? Meselâ, ben şimdi "var"ım. Fakat yarın "yok" olacağım. Bu iki durum arasında fark yok mu? dedim.
Deli başını çevirdi ve kahkahayı patlattı:
-Vay! Sen "var"sın ha! Acaba "var" mısın? dedi.
Bu soruyu kendime pek çok defa sormuştum. Bu soru sığ bir bakış açısıyla ele alındığında anlamsız ve dalga geçilmeyi hak et¬miş bir bir soru olarak görünebilir. Fakat böyle değildir. Eğer "var" isem niçin "yok" olacağım? Yok olmayacaksam, ruhum ebediyyen mi kalacak?..
İşte, şüphe ejderhasının şaha kalktığı kısım, denklemin bu son kısmıydı. Ruhum ebedî kalacak mı? Ruh nedir? Bizzat ken¬disi, hissetme kabiliyetine sahip midir? Hüviyetini bilebilir mi? Eğer ruh diye birşey varsa, bedenden ayrıldığında nasıl bir du¬rumda bulunacak?
İşte, cevapsız bir sürü soru... Deli ilâve etti:
-Yalnızca ben "var"ım.,Çünkü "hiç"im ve "yok"um. Varlığım mutlaktır. Yokluk, bağımlı olan için vardır. Mutlak "varlık" tır, "var"dır.
Bunlan söyledikten sonra deli sustu. Sorduğum hiçbir soruya cevap alamadım. Sonunda sorularımdan bıktı. Arkadaşına: "Hay¬di gidelim. Bu hayvan, bizi, zevkimizden alıkoydu" dedi. Kalkıp gittiler. Ne acayip bir durum: Çok iyi öğrenim gördüğünü iddia eden bir insana, pejmürde bir deli "hayvan" diyordu.
(...) kasabasında üç gün kaldık. Bu üç günü, arkadaşların şi¬kâyet ve ısrarlarına rağmen hiç konuşmadan ve kendimden geç¬miş bir hâlde geçirdim. Trene bindiğimiz zaman, arkadaşlardan biri bana birşeyler söylüyordu. Ben ise onun sözlerini hiç önem¬semeyerek, kendimle söyleşiyordum. Bir ara ona, elimde olmaya¬rak: "Acaba, ben var mıyım?" dedim. Kahkahayı bastı.
-Rakı yetiştirin. Raci çıldırmak üzere, dedi.
Oradan döndükten iki gün sonra kahveye gitmek üzere yola çıktım. Mezarlığın önünden geçiyordum. Her zamankinin aksine kapısı açıktı. Bû fırsattan yararlanmak için içimde büyük bir istek duydum ve mezarlığa girdim. Birkaç yüz yaşındaki kocaman ağaçların gölgesinde yürümeye ve terkedilmiş kabirlerde biten, ölü kokusu yayan iri iri otları çiğnemeye başladım.
Mezarlığın ortasında, dairevî bir şekilde dikilmiş birtakım ağaçlar dikkatimi çekti. Biraz oturmak için o yöne doğru yürü¬düm. Bu ağaçlar, büyük bir aileye ayrılmış mezarların çevresinde bulunuyordu. O sırada ağacın birine dayandırılmış, yarısı hasır¬dan, yarısı tahta parçalarından yapılmış bir kulübe gözüme ilişti. Kimse yok zannettim. Tam kapısını açacağım sırada, içinden, es¬ki püskü şeyler giymiş biri çıktı.
Elli yaşlarında olan bu adamın başında yeşil bir takke vardı. Bu takke, kırk elli kadar ayna parçası yapıştınlarak süslenmişti. Birçok kumaş parçası yapıştırılmış, gökkuşağını andıran yırtık cübbesinde de ayna ve teneke parçaları bulunuyordu. Öyle bir durumdaydı ki, bu adamı görüp de, gülmemek mümkün değildi. Fakat üzerime çevirdiği bakışında, öyle hoş bir yumuşaklık ve al¬çakgönüllülük, çehresinde öyle hazin bir donukluk vardı ki, hâ¬line gülmediğim gibi ona doğru bir adım bile attım. Kıyafetiyle tam bir tezat teşkil eden bir ciddiyetle, yavaş ve hoş bir sesle:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorumlarınız için teşekkür ederim..